Yalavuz ve Kardeşleri

“Yalanır” lakabını ilk duyduğunda sağına soluna bakmış hiçbir şey anlamamıştı. Acaba kimi kastediyorlardı bu lakapla? Kendisinin olma ihtimalini hiç düşünmüyordu çünkü. “Yağlı yemedim ki yalanayım.” diyordu kendi kendine. Asıl adı Yalavuz idi. Rivayete göre ataları yalnızlığı seven bir toplulukmuş. Topluluk dediğime bakmayın, o kadar geniş aile olmalarına rağmen onları hiç toplu gezerken gören olmamıştır. Köşelerine çekilir, ancak zaruri ihtiyaçları olduğunda birbirinin kapısını çalarlardı.

Yalavuz bu sülalenin belki de en yalnızıdır. Kendisinden büyük iki erkek kardeşi daha vardır. Birinin adı Olcay olmasına rağmen muhtemelen sığırtmaçlık yapmasından dolayı kendisine köyde, kasabada Kıvırtmaç olarak seslenilmekteydi. O da diğer kardeşi gibi bu yanlış telaffuzu etrafındakilerin hançerelerine bağlar öyle çok ses çıkarmazdı. Soyadları da isimleri gibi farklı anlamlar çağrıştırmaktaydı: Denbilim.

Üçüncü kardeşleri Benner’in kasabada bir emanetçi dükkânı vardı. Kırmızı yazıyla “Emanetçi” tabelasının altında dükkân sahibinin adı yer alıyordu: Benner Denbilim. Bu tabelayı bir kez okuyanlar bir kez daha okur kaşlarını yukarı kaldırarak bir soru işaretine dönüşüp oradan ayrılırlardı.

Yalavuz Bey o kadar hayatın dışında idi ki kimse onunla ilgili bir anısını ya da yaşanmışlığını anlatmaz sadece onun etrafa yaydığı havadis ve şayiaları konuşurdu. Kasaba camisinin çay ocağında ikindi öncesi toplanmış çay içen cemaat yine Yalavuz Bey’in ortaya attığı haberi konuşmaktaydı. Gazeteye ne hacetti, nasıl olsa Yalanır manşeti atmıştı. Birileri çıkıp tekzip etmediği sürece haber yedi köy sekiz kasabaya yayılırdı. Ağzında sadece sağlı sollu, biri alt biri üst iki dişi kalmış ihtiyar gevrek gevrek söylendi:

“Üç güne kadar esnafa, çarşıya pazara, konu komşuya borç yapanların borçları silinecekmiş. Elimizi çabuk tutmalıymışız. Ben Müna’nın yalancısıyım. Geçen çay kenarında çakıl taşı toplarken Güleniaz Hanım’ın oğlu Müna, Yalanır’dan işitmiş.”

“Kasabada bir yığın Güleniaz var, sen hangisinden bahsediyorsun?” diye çıkıştı Şekva Çavuş.

“Şu bizim Güleniaz Sebetsiz var ya!” dedi ihtiyar, “Torunu çaydanlıktan düşüp boğulan.”

“Yok öyle bir şey.” diye karşılık verdi sesini yükselterek Şekva Çavuş, “Güleniaz’ın torunu olacak o çocuk şimdi kocaman delikanlı oldu, yaşıyor.”

Güleniaz Sebetsiz’in oğlu Müna Sebetsiz bir süredir çakıl taşı koleksiyonu yapıyordu. Dere suyunun en çok parlattığı çakıl taşlarını toplayıp bir bez torbada biriktiriyordu. O gün yine kimse kendisinden evvel kalkıp dere kenarından bu çil taşları toplamasın diye sabahın erken saatlerinde soluğu dere kenarında almış, kafasını bir ara kaldırıp baktığında Yalavuz’u yani namıdiğer Yalanır’ı görmüştü. Yalanır, yüzünü dereye doğru dönmüş sanki miting meydanında kalabalığa konuşur gibi yüksek sesle bir şeyler söylüyordu:

“Değerli Hazirun! Duyduk duymadık demeyin! Üç gün içinde eşe dosta, esnafa, çarşıya pazara borçlananların borçları silinecektir. Bu duyuruya, dere kenarında güneşlenmeye çıkmış kurbağalar kendilerini suya atarak karşılık verdiler. Bir de çakıl taşı toplamaya çalışan Müna Sebetsiz olduğu yerde kıpırdamadan bu haberi kafasına kaydetmişti. Belli ki çay kenarında dolaşan Yalavuz’un etrafını yılan sarar gibi yalanlar sarmıştı. Konuştuğu şeyin doğru olanla irtibatı kesilmişti. Son söylediği yalan her ne kadar göle karşı söylese de dalga dalga kasabaya ulaşmış ve bu yalanın ilk ravisi Müna Sebetsiz olmuştu. Üç kardeş sadece anadan babadan akraba değildi, aynı zamanda kötü huyları arasında da hısımlık vardı. Yalavuz yalanla ünsiyet kurmuş iken kendinden büyük diğer iki kardeşiyle de sözünde durmama ve emanete hıyanet etme üzere akrabalık kurmuşlardı. En büyük kardeşi sığırtmaçlık yaparak geçimini sağlamaktaydı. Sözünde durmama işini o kadar ileri götürmüştü ki asıl ismi olan Olcay’ın da aslında bir şeye olur deyip sonra caymaktan geldiğini iddia edecek hâle gelmişti. Köylü onun bu sözünde durmama, çark etme durumlarını çok yakından görür fakat mesajını yine de incelikli olarak vermeye itina gösterirdi. “Sana güvenilmez!”, “Sen döneksin.” deyip rencide etmek yerine ona layık ve de müstahak olduğu ismi vermişti: Kıvırtmaç! Çobanlık yaptığı meralardaki koyunlar bile onun sözünde durmadığının farkındaydılar. Koyunları ağıllarından meralara otlatmaya götürürken sağa sola sapmadan düzgünce otlama yerine gidip huysuzluk yapmadıkları takdirde en lezzetli ve en güzel kokulu otlarla mükâfatlandırılacakları ya da sıradan günlerde kasaplara sunulmak yerine mübarek Kurban Bayramı’nda kurban seçilerek ödüllendirilecekleri sözünü verip verdiği sözü hemencecik unutuverirdi. Ne hayvanlar ne bitkiler ne de kâinatı bir saat gibi işleten unsurların hiçbiri verdikleri sözden caymazlar. “Ne Güneş’in Ay’a yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzüp gider.” (Yâsîn, 36/40) Yörüngesini yitiren tek varlık insandır. Sözün de bir yörüngesi vardır, sözünde durmanın da.