Öncelikle dil neydi, onu hatırlayalım. Dil, insanın yalnızlık duygusuna karşı en büyük tesellisidir. Dilsizlik zifiri bir karanlığa tekabül eder. Seyahat için gittiğimiz ve dilini bilmediğimiz bir ülkede, dilsizliğin en hafifini tecrübe ederiz ki bu bile dayanılır gibi değildir. Bir insanı cezalandırma yöntemlerinden biri de onu, konuşacağı insanlardan mahrum bırakmaktır. Sürgünler bunun içindir. Dilsizlik gurbettir. Kendimizi ifade edemediğimizde gurbetteyizdir. O en yakın arkadaşımızın anlayış limanına ulaşamadığımızda gurbetteyizdir. Kalbimize cehennem yaşatan bir duyguyu doğru kelimelerle ifade edemediğimizde gurbetteyizdir. Yanlış anlaşılınca gurbetteyizdir. Herhangi bir sebepten derdimizi anlatamadığımızda gurbetteyizdir. Bu açıdan pek çoğumuzun içinde onlarca gurbet adacığı vardır.
Anlatmak ve anlaşılmak, sılaya dönmenin sevincine benzer. Dil sayesinde eve döneriz. Öte yandan dil de bizi var eden her şey gibi biçimlendirir, sınırlandırır. Kendi varlıksal çerçevesine hapseder. Tıpkı bir ormanın bizi korurken aynı zamanda kendi dışındaki çayırları görmemize engel olması gibi. Dil bu yanıyla ormanı andırır. Gölge ve huzur bahşeder. Ormanların içsel bütünlüğü, ağaçlar arası gizli bağlar, köklerin birbiriyle iletişimi, dil evreninin yasalarından farksızdır. Ormanda da dilin içinde de gelişigüzel koşamayız, dilediğimiz şekilde davranamayız. Umursamazlık içinde yürürken kendimizi ansızın dikenliklerin arasında bulabiliriz. Tarihin geniş yatağında tecrübelerle yoğrulan kültürel bir metabolizmadır dil ve sandığımızdan daha karmaşık ilişkiler ağına sahiptir. Nasıl ki bir ormanın içinde yaşamak kişiyi o ormanın naturasına uymaya mecbur bırakırsa dil de insanı kendi doğasına, ufkuna mahkûm eder.
Zaman zaman çevremizden duyarız: Tarifi imkânsız! Kelimelerle anlatmak mümkün değil! Hissettiğimi anlatamıyorum! Gerçekten de bazı sevinç, acı, hayret anlarını ifade etmekten aciz kalırız. Cemil Meriç’in o sözünü hatırlayalım: “Acılar kelimeleştikçe nasıl da bayağılaşıyor.” Kaldı ki derdimizi bir şekilde anlattığımızı varsaysak bile dilin kendi doğası meramımızın büsbütün ortaya çıkmasına müsaade etmez. “Her yaşamda yaşanmamış bir şeyler vardır, her sözcükte söylenmemiş bir şeyler olduğu gibi.” der Agamben.1
Şiirin hammaddesi olarak imge, işte tam da bu çaresizliğe bir başkaldırıdır. İnsan aklı imgeyi çok erken dönemde keşfetmiştir. Dinî anlatılardan kadim masallara, mitolojiden halk şiirine, menkıbelerden modern kurmacaya kadar tarihin hemen her döneminde imgeyi görmek mümkündür. Ama özellikle şiir, dilin ufkunu imgeler vasıtasıyla en ileri noktaya taşır; sözü, anlam sıradağlarının en ötesine fırlatır.
İnsan yalnızdır dediğimizde, kelimelerin dünyadaki insan sayısınca anlamı olmasından kaynaklanan bir gurbete atıfta bulunmuş oluyoruz. Anne dediğimizde, aşk dediğimizde, ağrı dediğimizde, ölüm dediğimizde hepimizin zihninde bambaşka imajlar, duygular belirir. Aynı evin içinde büyüyen ikizler için bile bu böyledir. Dile, çağrışıma ve tahayyüle dayalı bu farklılaşma bizi hem özgün kılar hem yalnızlaştırır. Dil mucizesi, muhatabın anlayışıyla parlayan, onun anlayışının sona ermesiyle sönen bir mucizededir. İmge ise muhatabın anlayışını da genişletmeye, dile uçsuz bucaksız bir ifade imkânı kazandırmaya taliptir.
Bir öykücünün aslen şiirin hammaddesi olan imgeyi kullanırken alabildiğine kontrollü davranması beklenir. Çünkü o bize bir başka türün, şiirin emanetidir. Öykücü, kurmacanın temel kaidelerine sadakatle yol alırken dili zorlama, eğip bükme, biçimlendirme, derinleştirme hakkına sahiptir. Bu haklardan biri de imge kullanmaktır. İmgeler, okurun zihninde daha çarpıcı bir karşılığı uykusundan uyandırmak, daha derin bir anlam sağanağı oluşturmak içindir. Bu imkâna şairler kadar kurmaca yazarının da ihtiyacı vardır.
Ağı En Uzağa Fırlatmak
İmgelerle oluşturulan anlam, düz anlatıma nazaran yazarın inisiyatifinden çıkmaya daha meyyaldir. Sözün nihai ufkunu kestirmek bile söz konusu değilken imgeyle oluşan büyük patlamanın hızını, menzili ölçmek, nerelere kadar uzandığını hesaplamak neredeyse imkânsızdır. Yazarın yapabileceği, o ışık parlamasını alabildiğine güçlü, usturuplu, tutarlı ve kurguya uygun şekilde tasarlamak; anlamın imgesel ağını en uzağa fırlatmaktır. Kıyıdan uzağa, en geniş en doğru şekilde fırlatılan ağ doğal olarak en çok suyu en çok balığı en çok anlamı kucaklayacaktır.
İmge, betimlemeden bir adım sonrasıdır. Betimleme, mevcudu resmetmeyi, ona bir yorum katmayı, kurgunun parçası hâline getirmeyi esas alırken imge, mevcudun yeniden var edilmesini hedefler. İmgeyi imge yapan üstlendiği yeni bakış açısıdır. Bunun bir hayal, görüntü, izlenim, imaj, kişi, isim, fikir olması sonucu değiştirmez. Yeni bakış açısı bazen bir cümle bazen bir paragraf bazen de öykünün bütünü olur. İmge üzerinde sayısız tanımlama vardır. Simge, sembol, alegori, mecaz, metafor, betimleme gibi hem yaklaştığı hem ayrıştığı edebî sanatlarla sıklıkla karıştırılır. Necip Tosun, imgelerin kişisel; simgelerin ise evrensel olduğunu söyler. “Simge, üzerinde ittifak edildiği için pek çok alanda, disiplinde kullanılır. Üzerinde anlaşarak, ittifak oluşturarak belirlenen bir işaret ya da düşünce semboldür, görsel bir biçimdir. Başka bir şeyin yerine geçer ve onu temsil eder.”2 Aynı şekilde sembol de imgenin gerçekliği değiştirmeye talip mahiyetinden farklı olarak, gerçeği somutlar.
İmgenin öznelliği/bireyselliği aklımıza divan edebiyatındaki sebk-i hindi akımını getirir. İran edebiyatında neşvünema bulup bize de sirayet eden, Şeyh Galip gibi önemli edebiyatçılarımızı etkisi altına alan sebk-i hindi, temelde anlamda kapalılık olarak bilinmekle birlikte aslında imgenin öznelliğidir. Söz gelimi gül ve bülbül gibi anlamı herkesçe bilinen geleneksel simgeler yerine şair, yepyeni bir üretime başvurarak müellif ile telif arasına sıkıştırılmış, düğümlenmiş, çözmesi çaba gerektiren ve sonsuz yorum imkânı barındıran imgelere başvurur.
Bir öykücünün imgesel anlatımın barındırdığı riskleri bilmesi gerekir. Doğal olarak felsefi, arka planı olan bu metinler, gerçek niyetlerini kolayca deşifre etmeyerek okurdan biraz daha fazla çaba isterler. Bu bakımdan imgenin öyküyü buharlaştırması, kurgudan uzaklaştırması veya denemeye yaklaştırması olasıdır. Ama bütün bunlar arasında ustalıkla yapılacak geçişler, tadına doyulmaz metinlerin doğmasına imkân verir.
İmgenin tüketilemez imkânları sadece bilinç düzeyindeki dalgalanmaları yansıtmakla kalmaz, bilinç dışının da açığa çıkmasına olanak verir. Anlam, imge sayesinde kalbe giden yolu bulur. Metnin özgünlüğü, imgelerle sağlanır. Yazarın dış dünyayı algılama kabiliyeti imgelerle kendini açık eder. Duygu ve düşüncelerin aktarımı konusunda imgenin tartışmasız bir kudreti vardır. İmgeler vasıtasıyla şiirsel etki harekete geçirilir ve okurun zihninde yepyeni çağrışımlar yaratılır.
Gerçekliğe Uzun Ömür Bahşetmek
John Berger, Görme Biçimleri’nde, “Bir imge yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş görünümdür.” der. İster edebiyatta olsun ister fotoğraflarda olsun her imge bir görme biçimi barındırır. Bir fotoğrafta, fotoğrafçı diğer olanaklar içinden birini seçer. Berger, imgenin, kalıcılığı sayesinde iktidar kazandığını söyler. Bu kalıcılık, varlığın kendisinin ötesinde bir anlam elde eder: “İmgeler başlangıçta orada bulunmayan şeyleri gözde canlandırmak amacıyla yapılmıştır. Zamanla imgenin, canlandırdığı şeyden daha kalıcı olduğu anlaşıldı.”3 Bu ikincil/imgesel varoluş, ilkinden daha uzun ömürlüdür. Nitekim sanatçının bakış açısının, eserin doğal bir parçası olarak kabul edilmesinin ardında bu deneyim saklıdır. İmgeler sanatçı için de uçsuz bucaksız bir üretim alanına kapı aralar. Bilge Karasu bunu şu sözlerle ifade eder: “Bir imgeden yararlanarak üretebileceklerimiz, ya da bu imgenin ‘içine’ yerleştirip doldurabileceklerimiz, bu imge yardımıyla kavrayıp yorumlayabileceklerimiz tükenmez, tüketilemez. Öyle sanıyorum.”4
İmge, çağrışımlardan yararlanır. İki temel çağrışım türünden söz edebiliriz. Analoji ve özdeşlik. Sadece imge değil bütün bir edebiyat aslında çağrışımlarla yol alır. Bu noktada hayal gücünün zenginliği pek çok şeyin belirleyicisi olacaktır. Neyi, neyle yeniden var ettiğimiz; neyi, neye benzettiğimiz; neyi, neyle açıkladığımız meselenin bel kemiğini oluşturur. Benzetmelerden yararlanarak var olanı daha güçlü şekilde görünür kılarız. Mevcut gerçeklik genellikle vasattır. Bu vasat hayata yeter ama edebiyata yetmez. Edebiyat imgelerle yaşar. Bu noktada kimi zaman tarihî bir gönderme kimi zaman kanona atıf her zaman başarılı sonuçlar verir.
İnsan psikolojisini irdelemek veya varoluşsal sorgulamalar imgesel anlatıma daha uygundur. Bu noktada tinselliğin kapısı çalınır ki orada kadim metinlerle irtibat kurulur. Nitekim dinî, edebî metinlere atıf en güvenilir imgesel sonucun elde edilmesini sağlar. Northrop Frye, edebiyatın anıştırmalara yatkın olduğunu, bu sebeple Batı edebiyatında en çok kullanılan anıştırma merkezlerinin Yunan ve Roma klasikleri, Kitab-ı Mukaddes, Shakespeare ve Milton olduğunu hatırlatır. Northrop Frye, edebiyatta hiçbir şeyin rastlantısal olmadığını, her bir tasvirin arkasında bir imajın, bir imgenin veya sembolün yattığını söyler: “Edebiyatta asla karşılaşmayacağınız bir şey varsa o da salt çimlerde otlayan koyunlar ya da salt baharda açan çiçeklerdir. Bunlardan yararlanmanın arkasında her zaman edebî bir neden vardır ve bu da insan hayatında tekabül ettikleri, temsil ettikleri ya da benzedikleri bir şey demektir. Doğal ile insani olan arasındaki bu mütekabiliyet ‘sembol’ kelimesinin taşıdığı anlamlardan biridir ve dolayısıyla bir yazar, bir imgeden ya da etrafındaki dünyanın parçası olan bir nesneden yararlandığında onu sembol hâline getirmiştir diyebiliriz.”5
Terminoloji İmgeyi Yok Eder
İmgeler dili zenginleştirir. Mumdan gemilerle ateş denizinde yüzmek (Şeyh Galip), ayın ateş gibi yağdığına şahit olmak (Turgut Uyar), arza eğilmiş güllerin muttasıl kanadığı görmek (Ahmet Haşim), Türkçenin süt dişlerini düşünmek (Cemal Süreya) imge sayesindedir. Hayat geçicidir. İmgeler, geçici hayatı kalıcı kılmak isterler. Pek çok öykücünün imgelerin bu gücünden yararlandığını görürüz. Ömer Seyfettin’de başını vermeyen şehit arketipsel bir imgedir. Sait Faik’te yalnızlık dili, sarmaşık gibi kuşatan oldukça bilinçli bir imgedir. Gogol’de palto, Kafka’da otorite, Dino Buzzati’de beklemek, Ayhan Bozfırat’ta istasyon, Oğuz Atay’da tavan arası, Rasim Özdenören’de kuyu bir imge olarak karşımıza çıkar. İmge, ele avuca gelmez. Yazardan yazara değişir. Necip Tosun onun pek çok kılığa girebileceğini şu cümlelerle ifade eder: “İmge bazen kahramanın ismi, bazen bir yolculuk, bazen bir sis, bazen bir telefon olur. Bu imgeler üzerinden hayat yorumlanır, hikâye edilir, iletilmek istenen temel vurgu bu imgenin içine gizlenerek oluşturulur.”6 İmgeler terminoloji tarafından kayıtlandırılamaz. Herhangi bir sisteme entegre edilemez. Kitabi bilgiler ancak onun en dış sınırlarını üstünkörü izah ve ifade edebilir. Nitekim Mircae Eliade’ye göre bir imgeyi somut bir terminolojiye çevirmek onu çarpıtmaktan da beterdir. Çünkü bu, imgeyi “bir bilme aracı olarak yok etmek, ortadan kaldırmak” demektir.7
Yazarlar eserlerindeki imgeler hakkında konuşmaktan imtina ederler. Çünkü her açıklama imgenin tabiatına aykırı bir daralmayı beraberinde getirir. Bu ketumluğun istinası da yok değildir. Yazımıza, Borges’in kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapla son verelim. Usta öykücü, yazdığı bir öyküde resim yapan adamı nasıl imgesel bir kişiliğe büründürdüğünü şöyle anlatır: “Bir vakit bir hikâye yazmıştım, çok büyük bir resme başlayan bir adam hakkında bir tür mesel; bu resimde bir tür harita vardı, mesela tepeler, atlar, nehirler, balıklar ve ormanlar ve kuleler ve insanlar ve envaiçeşit şey. Ve sonra son an geldiğinde, ölüm vakti geldiğinde, adam kendi resmini yaptığını anlıyordu. Bu pek çok yazarın yaşadığı şeydir. Farklı şeyler hakkında yazdığımızı düşünüyoruz. Ama aslında sonunda elde kalan hatıralarımızdır.”8
1 Giorgio Agamben, Nesir Fikri, Çev. Fırat Genç, Metis Yay., İstanbul: 2018, s. 95.