Başakların Umudu

Bahar sabahlarında, yeşil gümrah saçlı annemizin şefkatli kucağında birbirimize sokulmuş uyurken yelin ılık nefesi, gülücükler saçan güneşin eşliğinde yüzümüzü okşayarak bizi uyandırmaya çalışırdı. Bizse gözlerimizi açmakta biraz nazlanırdık. Uyku mahmurluğuyla kirpiklerimizi kırpıştırır, birbirimize gece gördüğümüz düşleri anlatırdık. Bulutların geceden üzerimize serpiştirdiği inci taneleri, yelin zarif elinin bir o yana bir bu yana sallayarak bizi dansa kaldırmasıyla yavaştan dökülmeye başlardı. Onların dökülüşü bizi hafiflettiğinden dansımız hızlanırdı. Birkaç arı, ince sazıyla kulaklarımızı şenlendirirken her birimizle tokalaşır, göbeğimize konup bizi gıdıklar, gün aydınlığı dilerdi. Karıncalar günün mesaisine erken başlar, tek sıra hâlinde yuvalarından çevreye dağılırlardı. Sarı kanatları siyah desenlerle bezeli bir kelebek biraz geçten katılırdı sabah cümbüşüne. Serçe korosunun eşliği de heyecan veriyordu hani. Sabahlarımız hep böyleydi. Annemizin saçının arasında mutlu bir hayat sürüyorduk.

Mutluluk, her birimizin yüzünü türlü türlü, göz alıcı renklere boyardı; beyaz, leylak, pembe, kırmızı, en çok da sarı… Ben sarıydım mesela. Ama nedendir bilmem, adım karaya çıkmıştı. Bana kara diyorlardı. Buna alışamadım oldum olası. Adıma “kara” kelimesini ekleyip söylediklerinde, hayır ben “sarıyım”, derdim hep. Sonra da varsın onlar bana kara desinler, ben sarı renkli olduğumu biliyorum ya o yeter, deyip kendimi teselli ederdim. Hepimiz el ele tutuşup annemizin saçını süsleyen binbir renkli eşsiz bir taca dönüşürdük. Tam da annemizin güzel saçına yakışır bir taca… Bizim bu rengârenk gönencimiz annemizin yüzünde güller açtırırdı, sizin mutluluğunuz benim mutluluğum, derdi.

Annemin anlattığına göre, bir zamanlar bizim yaşadığımız yerler bir masal diyarıymış. Orada her şey gönüllerinceymiş. Her olay, olması gerektiği gibi olurmuş. Herkes özgürce kendi hayatlarını yaşayabilirmiş. Orada her mevsim, zamanında ve bütün görkemiyle gelirmiş. Baharı en güzel giysileriyle karşılarlarmış. Yazın, olgun ürünleri yüklenip sonbahara ulaşır, yeniden doğmak için kışın bereket biriktirirlermiş. Bu düşsel yaşam çok uzun yıllar sürmüş. Gün gelmiş annemin o dillere destan ipeksi saçının arasına gri renkli, devasa kötücül urlar yerleştirmişler. Bunlar mantarlar gibi baş döndürücü hızla yayılıyorlarmış. Önceleri küçük olan urlar bir süre sonra gökleri delecek yüksekliğe ulaşmışlar. Gayeleri mavi göğün, güneşin, yıldızların, ayın, apak bulutların yüzünü temaşa etmemizi engellemekmiş.

Öyle günlere geldik ki annemin saçı ve biz, artık gökyüzünü çok az görür olduk. Aralık bulduğumuz küçücük pencerelerden fırsat bulduğumuz kadar el sallayabiliyorduk güneşe. Bu, annemizi az da olsa mutlu ediyordu. Sevincini artırmak için baharda en güzel giysilerimizi giyinerek kuşlarla birlikte ona şarkılar söylüyorduk. Bu şölenlerin bir gün sona ereceğini biliyorduk ama yine de sayılı günlerimiz boyunca güzellikleri yaşamak, annemize de yaşatmak istiyorduk.

O gün gelmiş çatmış, korktuğumuz başımıza gelmişti. İşte homurtularla yaklaşıyordu güzel günlerimizi sona erdirecek olan korkunç canavar. Gözlerimiz kocaman açılırken rengârenk kirpiklerimiz dehşetle titrerken el ele tutuşup annemize sokulduk. Annemiz çok üzgündü ama her zaman olduğu gibi metanetliydi. “Merak etmeyin çocuklar, başımdaki bu kötü huylu urların banileri, her yıl olduğu gibi yine boynunuzu vurarak benden ayırıyorlar. Ne var ki köklerinizi ayıramayacaklar, onlar bende.” dedi. Biz ağlaşarak bir ağızdan, “Ama biz baharı sonuna kadar yaşayacaktık. Saçının arasında doyasıya oynayacaktık. En önemlisi de tohuma duracaktık. Rengârenk başaklarımıza bereket yükleyecektik. Ağırlaşan dimdik başlarımız, kibir rüzgârıyla kırılmadan, nahif, mütevazı tarzımızla yere doğru eğileceklerdi. Eğildikçe tohumlarımız kıymetlenecekti. Cümle mahlukata sunulacaktık.” dedik. Annemiz: “Üzülmeyin, bir gün mutlaka bu kutsal dileğiniz yerine gelecektir.” dedi.

O korkunç homurtulu şey arkadaşlarımızın üzerine bir karabasan gibi çöktü. Canavarın altında kalanların iniltileri, masum hıçkırıkları çirkin homurtulara karıştı. Kimsenin iniltilerini umursamayan canavar, anneciğimin güzelim saçını ve onu süsleyen sayısız güzellikleri biçmeye başlamıştı. Ahali sıranın kendilerine de geleceğini bilerek endişeyle seyrediyordu. Kısa zamanda herkesin başı bedeninden ayrılmıştı…

Ben ve arkadaşım Yabani Yulaf, Koca Çınar’ın tıpkı yaşlı birinin damarlı parmaklarına benzeyen kalın köklerinin arasındaki kuytu bir köşeden olanları dehşetle ve üzüntüyle seyrediyorduk. Bütün bu olanlar gözlerimizin önünde meydana gelmişti. Bir film karesi değildi, gerçekti. Bütün mahalle yere serilmiş, annemin kesilmiş saç tellerinin arasından, ölgün bakışlarla bize son kez bakıyorlardı. Çok hoş bir koku kaplamıştı ortalığı. Ah benim sevgili arkadaşlarım! Kesilirken bile hoş kokularını yayıyorlardı. Bazı kesilmeler hoş kokular yayarlardı… Birkaç gün sonra kesik başlar, hoş kokularıyla birlikte bilinmeyen bir yere götürüldü.