“Özgür bırakılmış duygulardan oluşan bir dünya olmalı. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Bence insan muazzam bir eser. Akıl sır ermez bir düşünce gibi. En ulvisinden en aşağısına her şey insanın içinde.”
Bergman’ın ustalık eserlerinden diyebileceğimiz bu Güz Sonatı filminde, yıllardır görüşmeyen bir anne ve kızının geçmişte yaşanılanlara dair yüzleşmelerini izliyoruz. Eşi Leonardo’yu yeni kaybeden Charlotte’un yalnız kalmasına üzülen kızı Eva, onu birlikte yaşamaları için evine davet eder. Eva’nın, annesini karşıladığındaki heyecanı ve mutluluğu, sonrasında yerini derin bir hüzne bırakır. Çünkü aralarındaki sohbet derinleştikçe geçmiş, üzeri kapatılan anıları gün yüzüne çıkmaya başlar. Eve geldikten sonra hasta kızı Helena’nın da bu evde yaşadığını öğrenen Charlotte’un morali bozulur. Çünkü aslında Eva, kliniğe bıraktığı kardeşine kendisinin baktığını ve bir nevi annelik yaptığını söyleyerek ve göstererek annesinin vicdan azabı çekmesini ister. Charlotte, bu vicdan azabıyla yüzleşir ancak duygularını bastırmakta ustalaştığı için bunu evdekilere yansıtmaz.
Filmde, geçmişe dönülen sekanslarda kameranın insanlara uzak bir noktada konumlandırıldığını fark ederiz. Çünkü Bergman, ustalıkla işlediği bu hikâyede, geçip giden şeylerin bizden ne kadar uzaklaştığını bu yolla anlatmak ister. Ve izleyiciler olarak bizler anlarız ki artık değiştiremeyeceğimiz şeylerden geriye yalnızca pişmanlıklar kalır. Yine anne ve kızını piyano başında gördüğümüz sahnede Eva, bir müzisyen olan annesi için Chopin’den bir parça çalar. Parçayı çalmayı bitirdiğinde, sevgisine ihtiyaç duyduğu annesinin tepkisizliği karşısında, onu beğenmediğinden hatta onunla ilgili yorum yapma gereği bile duymadığından yakınır. Charlotte ise ne kadar eğitimli bir müzisyen olduğunu ve kızının aslında nerede yanlış yaptığını bu sahnedeki şu yorumuyla kanıtlar: “Chopin dokunaklı bir besteciydi, aşırı duygusal değil. Dokunaklı ve duygusal arasında bir uçurum var Eva. Çaldığın prelüd bastırılmış duygulardan bahsediyor, düşlerden değil. Sakin, süssüz ve sert olmalısın.”
Bergman’ın özel çekim tekniklerinden birini gördüğümüz bu sahnelerde anne ve kızının yüzünü yakın planda izleriz. İnsan yüzündeki estetik görüntü, yaşanmışlık acıyla birleşerek bir sanat eserine dönüşür âdeta. Yönetmen, film içerisinde ara ara kullandığı bu teknikle seyirciyi de filme dâhil etmeyi başarır.
İnsan, yaşanılanları kabullendiği noktada olgunlaşmaya başlar. Filmde ise geçmişini kabullenemeyen ve onun hüznünü hâlâ üzerinde taşıyan Eva’yı ve hayatın onun umduğu gibi geçmeyişini izleriz. Annesine olan kini, ona duymak istediği sevgiyi engeller. Gece, aralarında geçen bir konuşma sırasında Charlotte da kendi anne babasından sevgi görmediğinden ve belki de bu yüzden sevmeyi bilmediğinden bahseder ona. Dolayısıyla kızına yeterince şefkat gösterememesinin altında hiç tatmadığı duygular yatmaktadır. Sevgisizlik nesilden nesile aktarılmıştır sanki. Eva ise hayatı turnelerde geçen annesi Charlotte tarafından terk edildiğini ve yalnız bırakıldığını düşünmektedir. Annesine, kendisini sevmediğinden ve onu sevmesi için elinden gelen her şeyi yaptığından bahseder. Hatta bundan dolayı kendi olamamış, kendi olmaktan korkar hâle gelmiştir. Annesi tarafından beğenilme güdüsü onu sevdiği şeyleri yapan bir birey olmaktan uzaklaştırmıştır. O gece duygularını karşılıklı olarak paylaşan anne ve kızı için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü ikisi de ilk kez birbirini dinleme ve anlamaya çalışma çabası içine şimdi girmiştir. Çünkü annesini sevip sevmediğinden bile hiçbir zaman emin olamayan Eva yine de ondan kopamamaktadır. Çünkü Charlotte’un kendince haklı sebepleri vardır; kadın olduğu için mesleğinde ilerlemesi engellenmeye çalışılmış ve pek çok yönden aşağılanmış; ona biçilen roller zamanla karmaşık bir hâl almış, anne olmakla bağımsız bir sanatçı olmak arasında hayatında uçurum açılmıştır. Gece ilerler. Sohbet koyulaşır. Eva içindekileri döker. Charlotte geçtiğini zannettiği içindeki bütün duygularla yüzleşir. Geceden ve filmden geriye Eva’nın dilinden dökülen şu cümleler kalır:
“Bir anne ve kızı... Duyguların, kafa karışıklığının ve yıkımın ne korkunç bir birleşimi. Kızlar, annelerinin yaralarını miras alır. Annelerinin hatalarını kızları ödemelidir. Annelerin mutsuzluğu kızlarının mutsuzluğudur. Sanki göbek bağı hiç kesilmemiş gibi. Kızının mutsuzluğu bir annenin zaferi midir?”
Doğası gereği insan her şeye yetişemeyebilir. Bazı şeyler eksik kalacaktır hayatta. Bu bazen bir duygu bazen hiç yaşanamamış bir aşk bazen de anneye duyulan özlemdir. Yarım kalmış şeyleri kabullenmek ve geçmişle barışmak şimdiyi ve huzurlu bir geleceği yaşamak için gereklidir.
Anne ve kız ilişkisi üzerinden aile kavramını da sorguladığımız Güz Sonatı filminin arka planına baktığımızda ise görürüz ki Bergman, kendi yaşadıklarını da senaryoya aktarmış; çocuklarıyla olan kopuk ilişkisini ve mesleğinden dolayı ailesinden uzak kalışını bir anlamda kendi sanatının parçası hâline getirmiştir.