Yürek Yarası; Kudüs

Adı, yeryüzüne özenlice yazılmış Şark’ın ve Garp’ın masum şehrinin dar sokakları karanlığın hükümranlığına alenen başkaldırmış gibidir. Beyaz taştan inşa edilmiş binaların, telafisi mümkün olmayan yıkımlara uğraması dahi bir şeyi değiştirmez. Vakitli vakitsiz uykusundan uyandırılan haneler, hayatın geride bıraktığı saf ve bir o kadar da kararlı bakışları andırır. Bu bakışlar, kirpiklerin arasından süzülür gibi akıp giden yollarla birbirine öylesine bağlanmıştır ki birini diğerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Tedirgin bir hayatın yaşandığı her bir hane her bir sokak, sıkıntılı zamanlardan kalma haykırışları diri tutmak için varlığını devam ettirir sanki. Her bir evin her bir odası bunca yıldır yaşadıklarını sırtlayarak bir sonraki güne huzurla adım atmak ister. Ama olmaz.

Olmaz çünkü her köşe başında bekleyip duran birikmiş kötülük buna müsaade etmez.

Ölümün korku bilmeyen mekânlarında destan söyleyenlerin sesi kulaklarına çalınır ve her sabah üstündeki kâbus örtüsüyle yeniden sancılı bir güne uyanırsın. Zaman aşımına henüz uğramamış yaşanmışlıklar esir alır seni. Yer gök daralır, tutunacak bir dal, yaslanacak bir dağ bulamazsın. Bir tarafın etkisiz hâle gelir, hep eksik olursun. Birçok şey anlamsızlaşır, susarsın. En çok da böyle sustuğun zamanlarda yara alırsın. Acıdan, hüzünden ibaret bilirsin şehri ve ham yüreğinle çaresizce gitmek istersin. Ama olmaz.

Olmaz çünkü gidişin hiçbir boşluğu doldurmaz.

Hem öyle kolayına kaçarak arkanı dönüp nasıl gideceksin? Hz. Musa’nın, Hz. İbrahim’in, Hz. İshak’ın, Hz. Yakup’un, Hz. Yusuf’un, Hz. Davut’un, Hz. Süleyman’ın, Hz. Yahya’nın, Hz. İsa’nın ve pek çok peygamberin hatıraları buna izin vermez.

Hz. Peygamber’in, Cebrail’in rehberliğinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya getirilişini ve oradan da semaya yükselişini düşünsene. Hacer-i Muallak’ın yanından öylesine geçip gitmek kolay mıdır?

Geçmişin derin izleri her yanda gün gibi belirgindir. Hangi yana baksan Kudüs’ün hüzünlü mabetlerini, namazgâhlarını, şadırvanlarını, medreselerini ve kederli ufkunu görürsün.

Hem Kudüs gibi bir yârin hasretiyle yanan âşıkların derdini, bu peygamber diyarının taşına toprağına akseden simaları ve göğe bırakılan sözleri nasıl yok sayacaksın? Sayamazsın; çünkü ruhları aydınlatan, sessiz bir düşüncenin ıssızlığında durmadan genişleyerek seni kendine bağlayan bir ışık başucunda yanar durur.

Üstelik öteden beri çığlıklara karışan yüreğin, sükûna ulaşmak isteyen bir alaca kuş gibidir, kanat çırpmadadır devamlı. Üstelik unutuşlar, ıslak bir örtü olmuş üzerine yapışıp kalmıştır. Üstelik duaların ılık nefesinden, kelimelerin en cana yakın yanlarından, bakışların şifa bahşeden muhabbetinden çoğaltarak göğüs kafesine doldurduğun sonra da hüzünlü vakitlere armağan ettiğin düşüncelerle gözlerini yere bırakmışsındır. Hangi yana dönsen şiddetin güçlü tesirinde kalmış yüzler görürsün, çaresizliğin eteğine sığınmış biçareler görürsün. Ağlayan masumların şehridir Kudüs, gözlerinden sancılı yaşların aktığını görürsün. Kudüs’tür, Gazze’dir, Ramallah’tır, Cenin’dir… Annedir, babadır, eştir, evlattır, arkadaştır… Nihayetinde ölümü görürsün.

Bu tekerrür eden kötülük, bu tebelleş tuğyan… Bizi böyle umarsız bırakan bu mu yoksa?

Ama çocuklar var dışarıda. Bir ışık yaksak diyorum onlara. Fosfor bombalarından, sis bombalarından, ses bombalarından, kısa ve uzun namlulu silahların gazabından kurtarsak onları. Şiddetin yakıcılığından çekip alsak. Onlara şimdiye kadar duymadıkları şiirler okusak, hikâyeler anlatsak kimselerden işitmedikleri.

Gözlerine baksak ölümü bekleyen çocukların. Ellerine baksak. Dahası yüreklerine baksak.

Bilirsin ki her çocuk günahsızdır. Bak kaç günahsız bekliyor yanı başımızda! Kaç bebek katledilmiş, kaç çocuk toprağa düşmüş. Ölüm yağarken Gazze’nin semalarından, kaç cümle boğazında düğümlenmiş de yarım kalmış.

Bak kaç ülke kendi içinde yanıyor, kaç şehir yerle bir, kaç insan insana hasret, düşün ki kaç çocuk gülmeyi unutmuş!

Çocuk dediğin gülmez mi hiç, el kaldırılır mı çocuğa, vurulur mu, kurşun sıkılır mı hiç? Çocuk dediğin çocuktur işte sabidir, masumdur, öldürülür mü hiç?

Sanki kelimelerde karşılığı olmayan zamanlara hüküm giymişiz. Bir yüzsüz uygarlığın müebbet esiriyiz ve kendine mahsus acılarımızla avunmadayız hâlâ.

İçimizde barınan yanımızla umut ederek beklemişliğimiz var, bunca mazlumun ahına alışmışlığımız var. Allah’ım ne de çok tükenmişliğimiz var!

Tekrar edip duran ağrılı düşüncelerle biraz sükûnet deriz. Sonra bakarız birbirimizin gözlerinin en tenha yerine, bir insan nasıl bu kadar hiç olur deriz.

Kıyısından bir türlü ayrılamadığımız başka bir acıdır bu.

Bu onursuz suskunluklar mı yürek yarası olacaktı bize?

Yanımızdan yöremizden bizi çekiştirip duran ne varsa daha fazla kök salmadan bir ışık yaksak diyorum çocuklara.