Olay Yoksa Dağılalım Mı?

Olay, bir öyküyü yazarken gönlünü almamız gereken totem midir? Olaysız öykü gerçekten olmaz mı? Olay, insanı ayakta tutan omurga gibi kurmacayı ayakta tutan yegâne iskelet midir? Onsuz hiçbir anlatı ayakta duramaz mı?

Bu soruları sorduğumuz anda kendimizi sorunlu bir bölgede, sanatçı ve teorisyenleri ikiye ayıran bir fay hattının üzerinde buluruz. Gerçi teorik tartışmalar sanatçının canını sıkar ama istikametini belirleyemez. Söz gelimi Edip Cansever’i şiirden uzaklaşıp öyküye yaklaşmakla itham edenlerle Şule Gürbüz’ü öyküden uzaklaşıp felsefeye yaklaşmakla itham edenler aynı hatayı yapar ve temel bir meseleyi göz ardı ederler. André Green’in veciz, veciz olduğu kadar cesur ifadelerini alıntılamanın yeri geldi kanaatimce: “Çok büyük yazarların önemli bir kısmının en temel kaygısı edebiyat değildir. Edebiyat, zihinsel uğraşlarının hakiki nesnesi olan ruh içi gerçekliklerinden bir şeyler iletmeyi denemek için bir araçtır (başka araç bulamamışlardır).”1 Bu savı güçlendirmek için Mevlana’yı, Goethe’yi, Dostoyevski’yi, Tanpınar’ı ve artık bu listeye rahatlıkla ekleyeceğimiz bir isim olarak Şule Gürbüz’ü ve bu isimlerin edebiyatla kurduğu ilişkinin temelinde yer alan meseleleri hatırlamak yeterli olacaktır. Sanatçı sadece neyi, nasıl anlatacağını değil neyi, neden anlatacağını seçmekte de özgürdür. Hatta bu ikincisi, onun sanatla neyi murat ettiğine dair varoluşsal kompozisyonun omurgası olacağı için daha hayatidir.

İnsan hayatı görünür cephesi itibarıyla sadedir; bu yanıyla birbirine benzeyen evrensel bir parodiyi andırır. Hikâye ruhun, bilincin, bilinçaltının karmaşık aynasında hayat bulur. Sıradan şeylerin anlam kazanması, ontik olanın ontolojik olanla, somutun soyutla, tekilin çoğulla karşılaşması ve bu karşılaşma esnasında ortaya çıkan girişik, çapraşık durumun ya da Necip Fazıl’ın ifadesiyle “girift” vaziyetin tazyikiyle vücut bulur.

Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak eserinde kahraman Hüsrev, sıradan şeyleri girift hâle getiren sanat anlayışına değinir: “Bir kahraman düşünün! Dünyada atlatmadığı tehlike kalmamıştır. Ne korkulu işleri kendi iradesiyle doğurmuş, kendi iradesiyle yenmiştir. Bir gün bu adam evinden çıkarken ayağı bir taşa takılır, düşer ve ölür. (…) Basit bir sebebin üstünde kocaman bir azap ve cinnet binası kurayım dedim. (…) Tesadüflerin kim bilir nasıl ve nereden idare edilen son derece girift ve içinden çıkılmaz bir riyaziyesi vardır. (…) Ben hadiseleri çok girift bulan bir insanım.”2

Bu durumu açıklamak için Şaban Sağlık’ın bize hatırlattığı kavram “kronotop”tur. Zaman anlamına gelen krono ile mekân anlamına gelen top (topos), kronotop terkibiyle “zaman ve mekânın birlikteliği”ni ifade eder. İnsan bu birlikteliğin öznesidir. Ama öykünün ortaya çıkması zaman ve mekânda yani kronotopta bir değişimin, çözülmenin, bozulmanın vuku bulmasını gerektirir. Mihail Bahtin’in ifadesiyle “kişi, istediği zamanda istediği yerde” ise kronotoptan söz edilebilir. Eğer kişi, “istediği zamanda istediği yerde bulunmazsa” kronotopun bozulma hâli gerçekleşmiş demektir. Öykü tam olarak bu noktada başlar. Şaban Sağlık, kronotopun sadece sanatta değil, insan hayatında da var olan bir duruma tekabül ettiğini, hayattaki kronotopa “yaşanan öykü”, sanattaki kronotopa ise “yazılan öykü” denilebileceğini söyler. Ona göre yaşanan öykü dış görünüşündeki basitlik yüzünden “parodi”ye, yazılan öykü ise “kurgusundaki karmaşa” sebebiyle varoluşçuluğa denk gelir. Sağlık, Bahtin’in kronotop teorisini açıklarken bizim dünyamızdan misaller verir. Hz. Âdem’in Hz. Havva ile cennette bulunması kronotop hâli, Hz. Âdem’in şeytanın kışkırtmasıyla yasak meyveyi yemesi ve cennetten çıkarılması kronotopun bozulması durumudur. Sazlıktaki kamış doğal ortamında mutluyken kronotop hâlindedir. Kamışın sazlıktan uzaklaştırılıp içinin oyulması ise kronotopun bozulmasıdır. Vuslat kronotop, hasret kronotopun kaybıdır.3 Hikâye ayrılıkla, kronotopun bozulmasıyla başlar. Tolstoy’un muhteşem romanı Anna Karenina’nın giriş cümlesi de bize aşağı yukarı aynı şeyi söyler: “Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Bu ifadeyi, yazımızın akışına hizmet edecek bir hâle getirebiliriz: Mutlu aileler bizi parodiye, mutsuz aileler ise öyküye götürür. Nitekim öykü, aynılıktan değil kendine özgülükten doğar. Kaldı ki yazarı yazmaya sevk eden duygusal ivme, ondaki ruhsal huzursuzluğun da dışa vurumudur. Mesele ile sanatçı arasındaki temas/sürtünme, eserin tetikleyici enerjisini üretir. Gerisi, sanatçının bilinç düzeyi ve hayal gücüyle boyutlanacaktır.