Bir Bebeğin Dilinden

KUDRET AYŞE YILMAZ

Sen de çocuk oldun mu? Annenin apak sütü tazecik damağına akarken her yudumun cana dönüştü mü? Kırklandın mı çizgilerle nakışlanırken çehren? Ateşin yaktığını, soğuğun dondurduğunu, camın kestiğini, taşın ezdiğini; yağmurun bereketini, toprağın nimetini, rüzgârın ferah nefesini; sütün kaymak tuttuğunu, ak güvercinin bulutları seyrelten uçuşunu öğrendin mi? Sen hepsini biliyorsun ama senin henüz bilmediğin o şeyi, bana uykumda öğrettiler.

Birinci sır, insan histen ibaretmiş. Mutluluktan nefesi kesilirmiş, endişelenince kırpılırmış gözleri, sinirlenince dişleri sıkılırmış, sevince kocaman olurmuş yüreği… Kanat şakırtılarını, su şırıltılarını, cıvıltıları, esintiye kapılmış yaprakların savruluşunu, serin yağmurun yağışını, ince ince çalan sazı, ille de tatlı sözü dinlemeyi pek severmiş. Bebeğim ben, minicik avuçlarımda çizgiler belirmedi henüz, çiçekli caddelerde daha koşmadım. Portakallı turuncu şekerler erimedi minik damağımda. Çocuk şarkıları ezberimde değil. İlk kez çime basarken yaşanan o telaşı da tanımam. Ağaçlara tırmanıp aşağıyı izleyemedim gülerek. Koşarken dağ bayır, bacaklarıma ısırgan otu batmadı. Düşüp kanatmadım dizlerimi, yaralarım kabuk bağlamadı. Yastıkta da uyumadım daha. En çok da annemin söylediği ninnide geçen, karanlık gökteki ışıl ışıl yıldızları merak ederim.

İkinci sır, sadece yaşayanlar görebilirmiş. Kış karı, bahar ılığı, yaz hevesi getirirmiş evlerin eşiklerine dek. Yazı görseydim keşke... Baharın ardından uzanırmış arştan arza. Tatlı kirazlar kızarırmış yeşil dallarda; kayısılar şerbetlenip şerbetlenip düşermiş toprağa pat diye, yarılırmış ortasından. Kuşların uçuşlarında saklı bin türlü renk saçılırmış göz ufuklarına. Nefeslene nefeslene genişleyen ahenk, ulvi bir huzuru yeniden bestelermiş. Çiçeklere konan arıların balları, yerdeki karıncaların incecik belleri, atların güneşte parlayan sırma yeleleri ziyafetini sergilermiş yazın.

Üçüncü sır, insanlar arasında fark varmış. Daima insan doğulsa da hep insan kalınmazmış. Kiminin aslan pençeleri, kiminin timsah dişleri, kiminin taşa dönmüş yüreği, kiminin kana susamış emelleri, kiminin de silah tutan elleri olurmuş. Tek bildiğim koku annemin bağrındaydı; ılık süt kokusu. Ben hayatı süt kokusu sandım; güveni anne, neşeyi babadan ibaret bildim. Dünyam evimiz kadardı, en büyük acım, yakında çıkacak süt dişimin sancısından ibaretken bir koku daha tanıdım: Barut. Güvenim de, neşem de işte böyle öldü.

Dördüncü sır, ölüm korkunç değildir. Korkunç olan loş gölgeliklerde sönmez ateşler körüklemektir. Doruklara ulaşmış bomba, yıkım, kül, duman kokusuna; can alıp derelerin, göllerin dibine tünemiş şarapnel parçalarına aldırmamaktır. Ruhun genişliğinde şeffaf damarı kalmamış vicdanla ‘ben’liğin sonsuz uzaklığına demir atmış menfaatlerine sımsıkı sarılı sağırlardır. Gecenin çeliğinde yalnız bir şehir bombalarla dövülürken yosun kaplı kalelerinde ölüm yağdıran hayatlarına renkli şemsiyeler açanlardır. Korkunç olan beni öldürmeleridir.

Son sır, siz öldüğünüzde kalbinizde sevdiklerinizi götürürmüşsünüz, ben bir kurşun götürüyorum. Henüz tanımadığım bu dünyadan payıma düşen erzak bu kadar işte. Süt dişimin sancısı geçti, geçti benden yaşamak dediğiniz şey… Oysa can tatlıdır. Kucaklıyorum şimdi göğü, hafifliyorum. Canıma bulanan acımın tesiri, senin kalbinde kısacık bir şiir kadar dahi sürmeyecek. Ben öldüm, bütün hazineleriniz yerinde kaldı. Ben öldüm; kefen kundak, mezar beşik… Ben öldüm, varın siz yaşayın!

Annemle bir öldürdüler bizi, uyuyorduk. Öyle sızladı ki küçücük ciğerim, yuva içinde kuş yavrusunu akkorlarla yaktılar sandım. Yavaş yavaş soğuduk evimizin enkazında. Onun buz kesen bağrı yine ılık süt kokuyordu. Sahi, çiçeğin nasıl koktuğunu anlayabilir miyim mezarıma çiçekler dikerseniz? Çok mu dardı dünya sığamadık mı birlikte? Soluk mu tükenirdi ben de nefeslenseydim bir vakit. Oyuncaklarım, oyunlarım, kahkahalarım, rüyalarım olmayacak mı hiç? Gelincik tarlası göremeyecek miyim? Soracak çok sorum var, yanıma geldiğinizde sorabilir miyim?

Sen de çocuk oldun. Annenin apak sütü tazecik damağına akarken her yudumun cana dönüştü. Kırklandın çizgilerle nakışlanırken çehren. Ateşin yaktığını, soğuğun dondurduğunu, camın kestiğini, taşın ezdiğini; yağmurun bereketini, toprağın nimetini, rüzgârın ferah nefesini; sütün kaymak tuttuğunu, ak güvercinin bulutları seyrelten uçuşunu öğrendin. Sen hepsini biliyorsun ama senin henüz bilmediğin o şeyi, bana uykumda öğrettiler; ölümü. Doğruymuş; insan doğar, yaşar ve ölürmüş. Ben hayatı bilmiyorken ölmeyi öğrendim, sen ölmeyi bilmediğin için yaşadığını sanıyorsun. Kalbim kurşuna küçük geldi, bu yüzden bedenim paramparça. Bulunmayan parçalarımı görebildin mi? Sırlarım da hayatım da bu kadardı, benim hikâyem böyle bitti.