Boşluk

Ta derinlerimdeydi. Biliyordum. Kimsenin işitmediği o sesi yalnız ben işitiyordum… Karanlık bir dehlizin sonu, yok bir cümlenin, içi boş bir ayrılığın yankısı sandım! Sandım evet! Evrenin fısıltısını işitmeyecek kadar dolu zamanlarımızın ağrısı var şimdi ruhumda. O büyüdü, ben sustum. O seslendi, unuttum. O dokundu, sıçradım ama belli etmedim. O durmadan beni dürttü, salladı, titretti ama ben dünyaya uydum. Sürmesi gereken şeyler vardı. Anlamlı ya da anlamsız. Şimdi bunların önemi yok ama o zamanlar vardı. O zaman! Zaman ne güzel nimetmiş meğer. Tutamadığın, yakalayamadığın, kucaklayamadığın ve ki satın alamadığın. Evet evet, satın alınamayan bir şeyler kalmış demek! Zamanı satın alan çıkmadı şimdiye kadar. Ne giden geri geldi ne de ölen! İşte zaman, ölüleri ve gidenleri saklar içinde. Öyle ama sen yine de dünyaya uymak, şeyleri satın almak derdiyle yüklü adımlar atar durursun! Ne biter ne başlar bu anlamsız gidiş. En kötü tarafı da anlamsız bulduğun, anlamsız dediğin şeye en ağır anlamı yüklemiş olup dünyayı böyle yaşamak, aklamak, adımlamaktır aslında.

Şu durum bakidir ki insan asla akıllanmaz, sadece kanar, susar ve zamana uyar. Uymak, içinde yaşadığımız dünyanın gereklerini yerine getirmek olup insana anlamlı gelir. Ruhunu dinlemekse sıradanlık, eskilik, küflü bir içerik çağrıştırır hepimize. Daha hızlı daha zahmetsiz daha hatasız şeyler adına zamanı, insanı, kalbi ve ruhu hoyratça harcar geçer gideriz ve bu bize çok da sıradan gelir. Olması gereken budur zira! Dünyanın, zamanın, çağın ve modern toplumun bizden beklediği budur işte ama bu ve bunlar insan olmaktan çıkarır bizi. Dönelim boşluğa! Ayrılığa! Sese ve sessiz cümlelere. Hem de en sessiz cümlelere… Gidenin her şeyi deyip de gittiğini, zamanın her şeyi yerli yerine koyup da aktığını sanan yanılır. Irmak bu, akar gider ve akarken değişir, başkalaşır, öteleşir, ötekileşir. Herakles’e hak vermenin ötesinde durup şöyle bir baktım önce içimde büyüyen, beni dürten boşluğa, sonra yanı başımda akıp duran ırmağa. Kıyısında dikilip duran su nanelerine, sazlara, kamışlara, zambaklara, hasır otlarına ve vıraklayıp duran, suyun yüzünü derin yeşil yosun adalarına çeviren yaşlı kurbağalara! Zaman onların içinde de bir boşluk yarattı mı? Değişti mi onlar da? Akıp gitti mi suyun aksinde yaşadıkları; yedikleri, içtikleri, kavgaları, sıçrayışları? Akıp gitmeyen ne var? Sadece zaman değil akan, değişen, başkalaşan ve ki kaybolan. İnsan da akıp gidiyor ve bir boşluk bırakıyor ardında hem de hiçbir şeyle doldurulmaz bir boşluk bu! Ölüm akıp gitmek mi? Ölünce yok olduğunu sandığımız insan ruhu hangi çiçekli bahçelerde geziniyordur şimdi? Kim bilir oraların ırmağının suyunun hep aynı olduğunu ve kim bilir net olamayan şeylerin oralarda yer bulamadığını? Dünya bize elle tutmayı, maddeyi manaya üstün kılmayı mı öğretti yoksa bu bizim mi işimize geldi? Elbette işimize geldi. İnsan kolayı sever. Elini attığında bulduğunu sever. Unuttuğu onu hatırlayınca sevinir. Nitekim bencildir insan ve bencilizdir haddizatında! Öyleyse kokla bir çiçeği, dokun taze bir söğüt dalına. Hiç bamya çiçeği gördün mü? Ara bul mesela ve düşün bamya çiçeği bunca renk cümbüşü ile ne demektedir insana. Dut yapraklarından ipekleri esintiye karışan güzelliği sor mesela? Sor sor, incitmez seni sorduğun zaman. Aksine yeni bir şeyler öğrenince bencilliğin azalır belki ve hep ben ben demekten vazgeçersin.

Akıyor ırmak. Değişiyor kalp. Yoruluyor zaman. Esniyor, derinleşiyor, irkiliyor ve titriyor ruh! Tazeleniyor böylece. Yaşıyor demek! Öyleyse uçup gittiği zamanın aklında ne var ne yok ne çok? İnsan bunları düşünmez. İnsan bunları bilmez. İnsan bunları bilmek istemez! Bilmek ağırdır ve insanın işine gelmez! İş! Dünyalık bir kelime ve insan sadece dünya içinde başka bir dünya. Ah bunu bir bilse! Bir bilse başkanın başkalığında tazelenir, çiçek açar ruh. İşte o zaman ne çok tamah eder dünyaya ne çok zaman harcar dünya için. Ya içimdeki boşluk? Ne koysam ne atsam ne süpürsem ne bıraksam dolmuyor, açık ağzı hararetli ve genişleyerek çoğalıp derinleşiyor. Ateş bekleyen bir ocak. Tuğla ocağı belki. Belki de insan ocağı… Ocak, insan. Ocak, aile. Ocak, sarılıp sarmalandığın insan olup insan kaldığın yer. Öyleyse insan yutar mı ocak ve kaç ocak kaç boşluk yaratır, kaç insanın içinde kaç insanın boşluğu kalır? Peki ama ne zaman boşalır insanın içi ve ne zaman değişir aynı kalan şeyler? Boşluk! Ne garip, tılsımsız, kaçılası bir kelime! Boşluk, dolduramadığın/doldurulamayan! Peki ya algımızın boş algıladığı yer algılayamadığımız şeylerle dopdoluysa! Derinse o yer? Manidarsa! Mavi ve duruysa! Yeşil ve tazeyse! Bilmediğimiz kokularla yüklüyse. Ya öyleyse? İnsan hep bildim sandığında en çok yanılır. Sokrates usta yavaşça sesleniyor belki içime. Ya da içimdeki boşluğa…