Danimarkalı filozof Kierkegaard yazıyı ölüm karşısında bir varoluş uğraşı olarak tanımlarken kendini Binbir Gece Masalları’nın efsunlu masal anlatıcısına benzetir: “Şehrazat hayatını masal anlatarak kurtarmıştı, ben de hayatımı yazarak kurtarıyorum.”1
Ölüm çarpar, dağıtır, yenilgiye uğratır; ölüm fikri ise sonu gelmez bir oyuna kapı aralar. Yazmak, ölüm fikri karşısında oynanan bir oyun mudur? Aslında bizler doğduğumuz andan itibaren bilerek ya da bilmeyerek ölümle terbiye edilen, ölümle şekillenen, ölümle sindirilen veya ölümle kışkırtılan bir dizi eylemin içinden geçeriz. Bu dokunaklı yolculuktan elbette yazar da payını alır. Yazı, tıpkı diğer davranışlarımız gibi ölümle hayatın göz göze geldiği o gizli gerilimden beslenir. Ölümsüz bir dünyada yazının, aşkın, öfkenin neredeyse anlamı kalmaz. Zaten yazar, hayatın bütün katmanlarında faaliyet gösterebilen bir mezar kazıcısına benzer. Kurguya dâhil ettiği her parça sönmüş, donmuş hatta ölmüş kraterlerden alınmadır. Ölümlü anlar birleşerek ölümsüz bir bütünlük meydana getirir. Kurmaca, hâliyle insan doğasının yaşanmışlıklarından faydalanır. Ama onlar yaşanmış, bitmiş, ikinci defa tekrar edilmesi imkânsız deneyimler olarak yazarın elinde Dr. Frankensteinvari bir yaratma zevkinin parçalarına dönüşür. Ölümlü parçalardan hayat dolu kurgu doğar. Yazı da çürümenin ardından gelen yeşermenin doğal yasalarına bağlıdır.
Ne demiştik? Ölüm fikri ölümden daha çarpıcı bir etkiye sahiptir. O çarpar ama çarptığı şeyleri yok etmez, kendi boyasıyla boyar. Yazmak, ölümü kaçınılmaz biçimde yazarın üzerine sıçratır. Yazar, ölümün dayattığı umutsuzluk karşısında bir kışkırtma eylemi içindedir. Bu kışkırtıcılığın gölgesinde kendini inşa eder. Belki izah eder demeliyiz. Neticede hangi kelimeyi kullanırsak kullanalım kaçınılmaz olarak aynı kapıya çıkarız: Yazı, ölüm tarafından emzirilir.
Şu bir gerçek ki ölüm ve hayat arasındaki gerilimde ortaya çıkan her varoluş biçimi oyun olarak adlandırılmaya müstahaktır. Oyun, sonu olan her şeydir. Bu bakımdan dünyevidir. Kur’an, dünya hayatının geçiciliğini vurgularken onu “oyun” ve “eğlence” olarak nitelendirir. Bununla birlikte insanın yaratılış sebebini “dünyanın imarı” olarak açıklar. Burada, oyunun sonluluğundan, gerçek dışılığından yararlanılarak öte dünyanın devamlılığı ve gerçekliği öne çıkarılır. Yoksa İslam kültüründe ilk dönemden itibaren oyunun hoş görüldüğü; kılıç, kalkan ve mızrakla yapılan dans oyunlarının Hz. Peygamber tarafından onaylandığı; düğün, sünnet ve benzeri günlerde misafirleri eğlendirmek için çeşitli oyuncular tutulduğu o döneme dair kaynaklarda yer alır. Sonraki yıllarda da bunun devam ettiğini, söz gelimi halifeliği döneminde Suriye’yi ziyaret eden Hz. Ömer’in oyunlu gösterilerle karşılanışından anlarız.2
Ahiret inancı barındıran bütün dinler, dünyanın geçiciliğine vurgu yapar. Bu vurgu, insana ölüm karşısında teolojinin teklif ettiği uzlaşıdır. Yaratılışın kutsal amacı ile ölümün beyhudelik saçan yüzü uzlaşmadan ne ideal insanın ortaya çıkması ne de anlamlı bir kurgunun inşası mümkündür.
Konumuza dönecek olursak, ölüm varsa ortada bir kurgu da var demektir. Ve yazarın ölüm fikriyle ilişkisi ölümü değil yazıyı besler. Ölüm fikri, kılıcını Demokles’in kılıcı gibi tepemizde salladığı için oyun oynarız, âşık oluruz, savaşırız, uzlaşırız ya da bütün bunları aynı anda yaparak yazı yazarız. Ölümün çatık kaşları karşısında dünyevi her eylem acze düşer. Onun bakışları, memnuniyetsiz bir baba gibi bahçede oynadığımız bütün oyunların anlamına saldırır. Bu saldırı, oyunun oyunluğunu sürdürmesi için neredeyse elzemdir.
Oyunun tarihi sanıldığından eskidir. Oyun, antropologların ve kültür tarihçilerinin daima ilgisini çekmiştir. Söz gelimi Yukatanlı Mayalardan çıktığı tahmin edilen bir tür top oyununun izini sürenler, kültürel aktarımlar hakkında hayli bilgi sahibi olurlar. Ur ve Kalde kentlerindeki kral mezarlıklarında bulunan 4600 küsur yıllık oyun tahtası, Kraliçe Hatasu’nun mezarından çıkan yaklaşık 3600 yıllık zar ve oyun düzenekleri, tarihin derinliklerindeki o büyük sessizliği bizim lehimize bozan bulgulardır. Sözlü kültürün önemli unsurlarından olan destanlarda da oyunlarla karşılaşırız. Örneğin Dede Korkut Hikâyeleri’nde geçen toylar, avlar, güreşler, nişancılık yarışları şimdilerde uçsuz bucaksız bir tenhalığa bekçilik eden kadim bozkır yaşamı hakkında bize fikir verir. Hem filologların hem antropologların hem de kültür tarihçilerinin işini kolaylaştıran oyunlar; kültür, dil ve göç yollarıyla ilgili paha biçilmez bilgiler ihtiva eder.
Peki, oyundan hareketle yazı hakkında neler söyleyebiliriz?
Yazmak, diğer bütün dünyevi eylemler kadar dünyevidir. Ama oyunla pek çok açıdan akrabalığa sahiptir. Oyunun psikolojik kaynağı hakkında; kendini ispat, eğlenmek, gösteriş, vakit geçirmek, yaşamsal enerjinin sarfiyatı, taklit ve tatmin duygusu, tehlikeli eğilimlerin meşru yollardan giderilmesi gibi sebepler zikredilir. Bunlar aynı zamanda yazı için de kolaylıkla söylenebilir. Sosyal bir canlı olan insan, doğduğu andan itibaren oyun oynamaya başlar. İletişim, seslerin temsil gücüne dayalı, kendi kuralları olan kesintisiz bir oyundur. Bütün oyunlar gibi gelişime açıktır. Diller insanoğlunun icat ettiği en kapsamlı en kalabalık oyunlardır. Pagan kültürlerde trans, tapınma ve arınma; dil ve oyunun iç içe geçtiği ilk örneklerdir. Tarih boyunca dil, mitos ve ritüeli daima aynı oyunun içinde görürüz.
Kültür tarihçileri ilk edebî metinlerin, ezber ve aktarım kolaylığı sebebiyle şiir olduğunu söylerler. Bununla birlikte tarihte geriye gidildikçe oyunla şiirin yan yanalığı daha açık seçik görülür. Hollandalı tarihçi Huizinga, İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde yayımladığı Oyuncu İnsan (Homo Ludens) adlı eserinde “Oyun, kültürden daha eskidir.” diyerek oyunla insan, oyunla hayat, oyunla sanat arasında varoluşsal bir ilişki kurar.3 Ona göre oyun, hayvanlarda da görülebilen derin bir hayatiyetin dışa vurumudur.
Huizinga, edebiyatla oyun arasındaki ilişkiye dikkat çekerken şiirin, ilkel kültürlerin içinde “oyun esnasında”, “oyun olarak” doğduğunu söyler: “Şiir eylemi aynı zamanda, çok kişi arasında oynanan sürükleyici ve neşeli oyunun ve arkaik topluluğun grupları arasındaki ateşli rekabetin içinde de gelişmiştir. İlkbahar bayramlarının veya kabilenin diğer mevsimlik törenlerinin neşeli biçimleri altında kutlanan, kadın-erkek arasındaki yakınlaşma kadar şiirsel ifadeye daha yatkın başka hiçbir alan yoktur.”4 Fuat Köprülü de eski Türklerde şaman, kam, baksı olarak anılan kimselerin istiğrak hâlinde birtakım şiirler okuduğunu, bu şiirlerin “Türk şiirinin en eski şeklini” teşkil ettiğini söyler.5 O döneme ait destanlar üzerine araştırma yapanlar ayinlerin şiirselliğine, ilahilerin ve sihirli sözlerin seyirciler üzerinde bıraktığı kuvvetli etkiye dikkat çekerler.6 Dünyada pek çok araştırmacı, şamanların sözlerini, danslarını ve teatral hareketlerini sanatın başlangıcı olarak görür. Çünkü elinde davulu ya da kopuzuyla şaman, ne kimilerinin zannettiği gibi vahşice çalıp söyler ne de kabaca dans eder. Her şaman kendi şiirini okur, başka bir şamanın sözlerini tekrar etmekten özenle kaçınır. Jest ve mimikleriyle ritmi, figürleri şahsileştiren şaman, söz gelimi bir ölünün ruhunu öbür dünyaya geçirmek için iki gün sürebilen uzun şarkılar söyleyebilir. Şamanların bir başka fonksiyonu, gelenekle beraber dili de korumalarıdır. Orta Asya’daki bazı boylarda şamanlar göçmen şarkıcı, tarih anlatıcısı, şair olarak da karşımıza çıkar. Huizinga da bu tarihsel ilişkinin farkındadır: “Şiir olan her şey oyun biçimi altında gelişmektedir: Tanrılara ibadetin kutsal oyunu, kur yapmaya yönelik törensel oyun, kavgalı oyun; böbürlenme, hakaret ve alayın eşlik ettiği rekabet oyunu, beceri ve yetenek oyunu.”7
Görünen o ki oyun, kutsalın refakatinde ciddiyet kazanır. Yazı da tıpkı oyun gibi daha büyük daha tatminsiz daha derin ve belki daha karanlık bir dip dalganın uzantısıdır. Yazmak bir oyun şekli olarak o dip dalganın tazyikinden faydalanır. Çünkü oyun güdüsüyle yazmak, ölüm fikri karşısında benzer bir anlam kazanır; başka bir ifadeyle, ölümün anlamsızlık dayatan tırpanı karşısında oyunla kurmaca omuz omuzadır. Gılgamış gibi insanlığın en eski yazılı metinlerinin içerdiği ölümsüzlük arayışını düşününce şu önermeye hak vermeden edemeyiz: Yazı “olanaksız arzuların bir kurmaca aracılığıyla giderilmesi” değil de nedir?
Olanaksız arzuları yazıyla gidermenin birtakım bedelleri vardır. Yazar, kelimeler karşısında yaşadığı heyecan sebebiyle reel dünyanın müntesipleri tarafından hafife alınabilir. Bu, onun oyuna sadakatinin göstergesidir. Memnuniyetsiz babanın bahçede oynayan çocuğa bakışı, oyunun devamı için elzemdir. Ciddiyet, kurmacayı alt edemez: “Oyun bizatihi bir kavramdır. Bu kavram, olduğu hâliyle, ciddiyet kavramından daha üst bir düzlemde yer almaktadır. Çünkü ciddiyet, oyun’u dışlamaya yöneliktir, oysa oyun ciddiyet’i rahatlıkla içerebilir.”8 Kurmaca, bütün bakışlardan sıyrılıp bambaşka bir gerçeklik inşa eder. Kahraman, dünyevi kaidelerle yargılanamaz. Kahraman sadece içinde doğduğu evrenin şartlarına, gereksinimlerine riayet edip etmemekle tartışma konusu olabilir. Kısacası Gadamer haklıdır: “Oyuncular oyuna aittir.”9
Oyunun kendi iç düzeni, şartları, kuralları vardır. Tam da bu yanıyla dünyaya karşı özerkliğini ilan eder. Dünyayla ilişkisini en aza indirdiği için de çıkardan uzaktır. Günlük yaşamdan zaman ve mekân olarak ayrışır. Metinde bu ayrışma dil ve kurgu sayesinde gerçekleşir. Kısa sürede kutsal olmasa da kutsala yakın bir dokunulmazlık alanı kazanır: “Arena, oyun masası, sihirli çember, tapmak, sahne, perde, mahkeme; bunların hepsi biçim ve işlev açısından oyun alanlarıdır, yani tahsis edilmiş, ayrılmış, çevresine parmaklık çekilmiş, kutsallaştırılmış ve kendi sınırları içinde özel kurallara tabi kılınmış yerlerdir. Bunlar bildik dünyanın ortasında, belirli bir eylemin gerçekleştirilmesi amacıyla tasarlanmış geçici dünyalardır.”10
Kurmacanın kendisi bir cürettir. Tasavvur gücü, gerçekte olmayan aracılığıyla hayatın ortasında bir parantez açar. Gerçeği çıkış rampası olarak kullanır ama ona sadık kalmaz. Gerçekle arasını dil marifetiyle belirleyen bir parantez açar. Bu parantez, çarpıcı biçimde tinsellik ihtiva eder. Realiteye başkaldırı bizatihi tinseldir. Kurmaca, zaten oyun ve eğlence olan dünyanın içinde yeni bir oyun kurmaktır. Dünya bir rüyaysa ve insanlar ölünce uyanacaklarsa kurmaca, rüya içinde rüyadır. İkincisinin birincisine borcu, birincinin ikincisinden alacağı yoktur. Rüya ile rüya içindeki rüya, aynı uykunun, daha doğru bir ifadeyle aynı oyunun parçasıdır. Hayat da kurmaca da ölüm karşısında benzer acizliğin ürünüdür.
Oyun ve edebiyat gerçek dünyayla nihai olarak uzlaşamaz. Oyun uzlaşırsa bozulur, kurmaca uzlaşırsa çöker. Kurmacada her şey gerçektir, tartışmaya kapalıdır. Oyun kendi evrenini, dış dünyanın kurallarına riayet etmeden inşa eder. Kurmaca; söz dizilimi, anlatı örgüsü, okur gölgesi gibi bir dizi mühendisliğin gölgesinde şekillense de nihayetinde Borges’in dediği üzere “koşullara” değil “düşlere” sadık kalmaya çalışır. Yazar, kelimelerden müteşekkil bir dünya yaratırken gerçek dünyadan yararlanır ama ona teslim olmaz. Onun teslim olacağı yegâne gerçeklik, uykunun son bulmasıdır. Yani ölüm.