Çerçi

Uzak bir köy.

Dağların ardında olanlardan.

Geçerken uğranacak yerlerden değil.

Oraya gitmek için yola çıkılacak.

Tozlu yollar aşılacak, küçük derelerden atlanacak, tahta köprülerin üzerinden ürpermeden geçilecek.

Bu yüzden çok gelenin olmadığı yerlerden. Oraya, ancak gidilir. Giderken uğramak olmaz.

Güneş dağların arkasında kaybolmaya başlarken uzaktan, bir adamın geldiğini gördüler. Aslında adamdan önce sesi geldi.

“Arayı arayı bulsam izini, / İzinin tozuna sürsem yüzümü. / Hak nasip eylese görsem yüzünü, / Ya Muhammed canım arzular seni.”

İnsanın içine dokunan akşamın kızıllığına karışan bir sesti bu. Geleni daha da merak etmişlerdi şimdi. Eşeğinin üstünde ayaklarını sallaya sallaya yol alan adam, köyün meydanına kadar hiç acelesi olmayan adamlara yakışan bir rahatlıkla geldi. Selam verdi, aynı yavaşlıkla eşekten inip hayvanı pınarın başındaki yuvarlak halkaya bağladı. Buz gibi suyla yüzünü yıkadı. Ellerini beline atıp coşkuyla akan pınara baktı. Suyun akışını izledikçe sanki kendine geliyordu. Yorgunluğunu atmış bir yüzle kendisini merakla bekleyen kalabalığın yanına doğru gitti.

Bir anda herkes etrafını kuşattı. Köye çok gelen giden de olmadığından, her yabancı onlar için kıymetliydi. Akşam yorgunluğunu çıkaracak bir eğlence diye düşünmüş olmalılar ki adamın etrafını sardılar. Adam çemberin tam ortasında kaldı. Önce şaşkın sonra anında alışkın adam ifadesi ile süzdü herkesi. Tanımak ister gibi bir bakış attı tek tek herkesin yorgun yüzüne. “Çocuklar nerde?” diye sordu. Bu soruya pek bir anlam veremeseler de “Akşam oldu, eve gittiler.” dedi kalabalıktan biri.

“Bu elimde görmüş olduğunuz…” diye cebinden çıkarıp bir aleti, satışa başladı adam. Köylüler işin seyrinde. Adam sanatını icra ediyor ama çok da satmaya niyeti olan bir hâl yok üzerinde. Bir anlattı, iki anlattı, döndü çemberin içinde ağır ağır. Arada bir eşeğin yanına gidip heybeden yeni bir şey getirip oyununa devam etti. Hayatının ilk tiyatrosunu izleyenlerin ağızları bir karış açık kaldı. Gençlerden biri –askerliğini İstanbul’da yapan- “Ben biliyorum bunları, İstanbul’da vapurda da vardı bunun gibi ama onlar daha ustaydı, bu çok acemi.” dedi yanındakine sessizce.

İlgiyle izlediler adamı. Her şey bitti, adam bir anda, “Bir lira.” dedi. Elini cebine atanlar oldu. Birkaç şey sattı çerçi. Sonra kalabalık dağıldı. Adam toparlandı. “Muhtar kim ki?” dedi. Bütün olup biteni kahvenin önündeki ağacın altında çayını yudumlayarak izleyen muhtarı gösterdiler. “Bu gece kalacak yeriniz var mı ağa?” dedi adam. Ağa sözünü duyan muhtar daha bir kuruldu gıcırdayan sandalyeye. “Var elbet, hele gel, bir çay iç.” dedi. Hemen muhtarın yanına oturdu adam, gelen çayı yudumladı. “Uzakmış ama güzelmiş köyünüz.” dedi adam. Muhtar anlattı adam dinledi, hiçbir şey söylemeden dinledi. Yorgunluktan gözleri kapanmaya başlayan adamı köy konağına götürmek için ayağa kalktı birkaç genç. Giderken, “Yarın çocukları da görsem iyi olur.” dedi. Muhtarın evinden yemek getirdiler, adam yemeği yiyemeden uyudu.

Çerçi, sabah uyandığında güneş çoktan doğmuştu. Pencerenin kenarından dışarıya baktı. Dupduru bir gökyüzü, boş bir köy meydanı, kenarda oynayan çocuklar ve insana huzur veren bir sessizlik vardı. Akşamdan getirilen yemeklerden birkaç lokma aldı, dışarıya çıktı. Bir çocuk, kapının tam dibinde, elinde sımsıkı tuttuğu para ile bekliyordu. “Hayrola delikanlı, ne alacaksın bakalım?” dedi. Çocuk, şaşkın gözlerle adama baktı. Kendine ilk defa biri böyle seslenmişti. “Benim adım delikanlı değil, Kenan.” dedi. Güldü çerçi. “Öyle olsun Kenan.” dedi. “Araba istiyorum ben.” dedi Kenan. Çerçi, eşeğe doğru giderken arkasından küçük adımlarla yürüdü Kenan. Heybeden bir küçük araba çıktı, Kenan’ın minik avucuna kondu. Çocuk arabaya baktı, gözlerinin içi güldü. “Parası…” dedi. “Gerek yok, araba benden sana hediye.” dedi çerçi. Sonra köy meydanına doğru gitti. Orada oynayan çocuklara da heybedeki oyuncaklardan verdi. Çocuklar şaşkınlıkla alıp oyuncakları koşa koşa evlerinin yolunu tuttular. Eli arkada, tespihini şakırdatarak muhtar çıkageldi. “Çerçi, ne yaptın sen, çocuklara dağıtmışsın oyuncakları.” dedi. “Bunca yolu heybendekileri satmaya değil de dağıtmaya mı geldin?” dedi şüpheci bakışlarla.

“Ah muhtar ağa ah! Oyuncak ne ki, para, şunlar, bunlar ne ki? Çocukların gülen gözleri var ya benim için dünyaya bedel.” dedi çerçi içini çeke çeke.

“Gel hele bakalım.” şöyle deyip çerçiyi dün çay içtikleri ağacın altına götürdü muhtar. Çaylar hemen geldi. Çerçi çaydan birkaç yudum alıp anlatmaya başladı.