Kibir Kurusu

Annesi onu hep “dünyanın en yakışıklısı” diye severdi. Neredeyse otuz yaşına kadar annesinin bu iltifatıyla beslenmişti Bahadır. Bu isim bile anne yüreğinin ona yerleştirdiği mertebeyi ifade ediyordu. Gözünü daldan budaktan esirgemeyen kişi anlamına geliyordu. Daha emzikten kurtulur kurtulmaz küçük büyük herkes onu evde “paşam!” diye seviyordu. Aslında kimse ona annesinin ve yakın çevresinin baktığı gibi bakmıyordu. Babası bile annesinin bu bitmek bilmeyen iltifatlarından sıkılır ve “Abartma hanıııım!” derdi. Konu komşu annesinin göklere çıkardığı çocuğun yüzüne tekrar tekrar bakar bir türlü o abartılı güzelliği göremeyince “Kuzguna yavrusu Anka görünür.” der geçerlerdi.

Ergenlikle beraber Bahadır, isminin etki alanına girmeye başlamıştı. Annesi abartıyor olamazdı. Yalan söylemesi ise hiç mümkün değildi. Yakışıklı ve güçlü olduğundan emin olmak için saat başı aynanın karşısına geçer, uzun uzun kendini seyrederdi. Bir keresinde babası onu yine aynanın karşısında görünce takılmadan edememiş ve “Ne o Bahadır, aynada gelmesi gereken birini mi bekliyorsun?” diye sormuştu da o “Hayır, aynanın çağrısına karşılık veriyorum, baba.” diye savuşturuvermişti.

Bahadır’ın yüzünü ayna ile teyit edip pekiştirme huyu o kadar ileri boyuta ulaşmıştı ki işlettiği kuyumcu dükkânını bile şehrin merkezinde yer alan Aynalı Çarşı’dan tutmuştu. Etrafında ona yakın olmak isteyenler, bir taraftan çok yakışıklı olduğunu yineleyip dururlarken bir taraftan da herkesi satın alabilecek kadar zengin olduğuna inandırmak için türlü yalakalık yapmaktan geri durmuyorlardı. Rahat yaşamanın adı zenginlikse şayet Bahadır’ın zenginliği de o kadardı. Gerisi süte su katıp süt diye satmaktan ibaretti.

Çevresinde ondan daha yakışıklı, fiyakalı ve çok daha zengin bir yığın kişi vardı. Mesela Fikret tam da böyle biriydi. Onun paraya dair konuşup nispet yaptığı ya da kaşının gözünün, boyunun posunun, saçının sakalının şekli şemailiyle insanlara üstünlük tasladığı hiç görülmemişti. İlkokul, ortaokul ve liseyi aynı okulda okumuşlar, Fikret liseden sonra hukuk tahsili yapmış, üç sene ihtisas için İngiltere’de bulunmuş fakat okuduğu alanla ilgili bir görev almayıp baba mesleği olan mobilya, entegre ağaç işleri ve orman ürünleri fabrikasının başına geçmişti.

Bahadır ise liseden sonra okuyamamış, kardeşleri ile birlikte üç nesil devam ettirdikleri kuyumculuk işine yönelmişti. Fikret’in annesi o daha lisede iken amansız bir hastalığa yakalanıp kısa zaman içinde vefat etmiş, evleninceye kadar babası ve dedesiyle birlikte yaşamıştı.

Akşam ezanı okunur okunmaz şehir meydanından insanlar yorgun argın arabalar, otobüsler ve tramvaylarla bölük bölük evlerinin yolunu tutar çarşının gürültüsü gitgide azalır, esnaf kendini ya yakın çay ocaklarına atar ya da dükkânlarının önüne sandalye çekip muhabbete koyulurlardı. Bahadır, tabureli çay ocaklarını sevmez, deniz kenarındaki kafeyi tercih ederdi. Kuyumcu dükkânından arabasını park ettiği kapalı otoparka doğru yürürken dükkân önünde birkaç kişiyle oturup çay içen Fikret’le göz göze geldi. Görmezlikten gelip tam yoluna devam edecekti ki Fikret buna müsaade etmedi. Oturduğu sandalyeden kalkıp Bahadır’a doğru yürüdü. Bahadır öne doğru kâkül kıvamında uzayan saçlarını başının saçsız kısımlarını örtecek biçimde tarayıp sabitlemiş arkadan ensesine doğru gelişigüzel uzayanları da bir saç lastiğiyle bağlamıştı. Geç de olsa Fikret’in tokalaşmak için uzanan elini parmak hizasından tuttu. Tam burnunun köprüsünde sivilceden çıban olmaya doğru yürüyen siyah bir nokta dikkat çekiyordu. Fikret bu noktayı tam soracaktı ki birdenbire vazgeçti. Bahadır iki parmağı ile öne düşen briyantinli saç tellerini yukarıya doğru yapıştırdı. “Nereye böyle?” diye sordu Fikret. Bahadır az ilerde kapalı otoparkı işaret etti. “Çay ocağında çay içelim hem laflarız eskisi gibi” dese de Bahadır bunu duymazlıktan geldi. Sahildeki kafede kahve içmek istediğini söyledi. Fikret, sen de gel, teklifi beklese de bu olmadı. Bahadır yıllarca aynı okul sıralarını paylaştığı arkadaşıyla göz kontağı kurmamaya gayret gösterir gibiydi. Kafasını kaldırıp uzun yıllar arkadaş ve dost olduğu Fikret’in yüzüne bakmak varken ayakkabısına, pantolonuna ve kemerine bakıyordu. Hele bir de ayakkabısından kemerine, oradan da Fikret’in yüzüne bir bakışı vardı ki görmeliydiniz. Sanki bir mezbelelikle karşılaşmış gibi önce yüzünü buruşturup burnunu bir sağa bir sola döndürdü sonra da dudaklarını torba gibi büzüp gözlerini sıfır noktasına kadar kıstı. Bunu tam da Fikret’in yüzünü görür görmez yaptı. Fikret eski mektep arkadaşının böyle şekilden şekle girişinden hiçbir şey anlamamıştı. Cılız omuzlarını heybetli göstermek için bedenini kasıp kabartmaya çalıştıkça bir çizgi film kahramanına dönüştüğünün farkında değildi Bahadır.