Askıya Alınmış Sessizlik
Düşmenin bilgisini incecik bir daldan sorduğumda muhtemelen şöyle derdi bana: Gövdemin içinde arzın cazibesiyle yürüyen suyu uçurumun ucunda durmadan bilemezdim. Beni durmaksızın boşluğa iten su ve takıldığım taş olmasaydı düşmeyi bilmezdim. Ve düşseydim bilemezdim hiçbirini. Düşerdim yalnızca ve bunun adı asla bilmek olmazdı.
Konuşmaya başlamadan ve yine başlamadan önce susmaya, tam da ikisinin arasında taştan yontulmuş bir başın içinde bir uğultu işitilir. Harfler, kelime olmadan önce bir fikrin iskeletini oluşturlar içimizde. Fikrin iskeleti ilkin sessizliğin tenine bürünür. Geçmişte yazıyı keşfedenler, düşünerek konuşabilenlerdi muhakkak. Yani dilin kapısı önünde bekleyebilenler. Bir müddet, sözü askıya alabilenler. Yalnız sözü de değil, sessizliği de askıya alabilenlerin icadıdır yazmak. Bilmeyi geciktirebiliriz yazarken. İnanmak öncedir, bilmek sonra. Dil bir mabedi andırır, sessizliğin askıya alındığı yerde. Edebiyatın putperestleri bu sessizliğe taparlar, lafızcılar bu sessizliği taşlarlar. Ama yazar, her sabah alır abdestini, alır ince hırkasını atar omzuna, bürünür sessizliğin tenine, tan ağarmadan çıkar evinden, tesbih eden bir kalple varır mabedine. Yeryüzündeki tüm kütüphanelerde onun yakarıları işitilir.
Şüpheli Sessizlik
Aristo’nun Nikomakhos’a Etik adlı kitabında geçen anahtar kelimelerden biri, Eudaimonia: “Mutlu bir yaşam.” Bir kimse ölünceye dek onun yaşamı için Eudaimon diyemeyiz, der Aristo. Ömrün sonlarına doğru ansızın bir trajedi bütün gidişatı değiştirebilir.
Yaşamda bir kez bile yeniden kurulabilir bir gerçekliğiniz olmamışsa, hiç aldanmamışsanız, hep haklıysanız ya da, ölüm tıpkı bir bozguncu gibi bulur sizi. Üzerinde ince dumanların tüttüğü küle dönmüş bir köy gibi kalakalırsınız oracıkta. Mutlu bir yaşamın çoktan geçmişte kaldığını düşünenlerin sessizliğine bürünürsünüz. İşte bu sessizlik, şüphelidir. Çünkü ardından bir kötülük gelebilir.
Harcanan Sessizlik
Bir adam, anlatacağı şeyi anlatmadan önce kurduğu her cümlenin peşinden “Hani o meşhur hikâyeyi bilirsiniz.” diyip durdu. Onu dinleyenler arasında kimse o hikâyeyi bilmiyordu. Adam da bildiklerini varsaydığı için hikâyeyi anlatmadan konuştu, konuştu, konuştu.
İşte bu adam, tahmin edersiniz ki romancıdır. Şairin evinden çok konuştuğu için kovulmuştur ve çok, tahmin ettiğinizden de çok içerlemiştir. Belki bu yüzden Midas’ın kulaklarının dedikodusunu yapacağı sazlıklar aramaya koyulmuştur. Önce Midas’ın kulakları, sonra devlerin gizli hayatları, sonra şatolarda dönen entrikalar ve sonra yel değirmenlerine doğru koşan bir delinin sanrıları ve nihayet büyük Rus köylüsünün yüce sefaleti, gayriciddi Fransız yaşamının ciddiyetle anlatılan detayları, ilanihaye. Sessizlik böyle harcandı. Ama ya harcanmasaydı?
Sessizlik Konuştu
Mavimsi, sedef yansımalı ve parlak. Kehribar kırmızısı. Güneşe tutulmuş üzüm zarı. İncir şırası. Zeytin acısı. Elmadaki diş izi. Bir öpücüğün buğusu. Usul usul yuvarlanan sahra çalısı. Suda yüzen sinek kanadı. Okşamak için açılmış elin ayası. Çiçek nakışlı mezar taşları. Bir ölünün henüz soğumuş iki dudağı. Gün ortası dalgınlığı. Kundaktaki İsa.
Sessizlik Aşıldı
Günün birinde belki konuşup yazmaktan dahi yüksünür hâle geleceğiz. O zaman başımızı kalınca bir kitabın sayfaları arasına gömmeyeceğiz, hayır. Kulağımızı bir kayaya, bir mermere dayayıp sessizce duracağız. Ve sonra, en başında yaptığımız gibi, iki taş parçasını birbirine çarpıp tutuşturacağız sessizliği ve karanlığı, yeniden.