Şehrin sokaklarını karış karış gezen gencin gür sesi ile öğle sıcağında suspus olmuş şehir biraz olsun kımıldamaya başladı. Ses önce baharat kokulu çarşılarda, asırlık han duvarlarında, sonra görkemli kubbelerde yankılandı; nihayet hafif bir serinlik taşıyan çöl meltemine dönüşerek medreselerin avlularında bekleşen talebelerde kısa süreli bir hareketliliğe neden oldu. Hankahların müdavimi dervişler abalarının altından sükûnetle tesbihata devam ettiler. Seyyahlar, duyuruya kulak kesilip ellerindeki defterlere aceleyle birtakım notlar aldılar. Tüccarlar ise şehre geleceği duyurulan âlimin sebep olacağı hareketlilikten memnun görünüyorlardı. Özellikle cuma mescitlerinin etrafındaki kırtasiye dükkânları, verrak ve müstensihlerin işlettikleri çarşılar, Kahire’de kurulan her bir meclisten fazlasıyla nasipleniyorlardı. Hele ki gelen meşhur bir muhaddis ise kâğıt ve mürekkep stoklarını zorlayacak derecede ihtiyaca neden olabiliyordu. Son zamanlarda Doğu’da Moğol, Batı’da ise Haçlı zulmünden kaçan âlimler, Memlük sultanlarının himayesinde bu topraklarda rahatça ikamet edebiliyorlardı. Bu da Kahire’yi rihlelerin kilit noktası hâline getirmişti ve hemen her muhaddis, ilme kucak açan bu cömert başkente bir şekilde yolunu düşürme çabası taşıyordu.
Şehirde nerdeyse her gün özellikle perşembe ikindilerinde, cuma namazı öncesinde veya sonrasında önceden belirlenen veya ilan edilen bir vakitte hadis meclisleri kurulurdu. Bu, bazen bir cami sütununun etrafında bazen bir medrese revakı altında bazense buna elverişli olan bir muhaddisin evinde gerçekleşirdi. Kahire’nin en çok rağbet gören meclisleri ise Nil kenarındaki evinde talebelerini ağırlamayı tercih eden İbn Hacer’in dersleriydi. Böylece Nil sadece çöle can vermez, Kahire’nin ilme susamış dimağları da onun kıyısında can bulurdu.
Kahire’de uzun bir aradan sonra hadis meclislerini tekrar canlandıran İbn Hacer, âdeti olduğu üzere ezberinden naklediyordu rivayetleri öğrencilerine. Hafız’ın dersine katılmış olmaktan duydukları gurur yüzlerine yansıyan talebeler ise şevkle sarılıyorlardı her seferinde kalemlerine. Belki de hacda zemzem içerken ettiği duanın kabulüydü bu manzara İbn Hacer’in. Büyük hadis hafızı Zehebi derecesinde hıfza sahip olmayı dilemişti de o gün bugün Hafız denildiğinde o gelirdi akıllara. Hafız, yani peygamber sözlerinin muhafızı… Evinde, Baybarsiyye Medresesinde veya Kâmiliyye Dârülhadisinde yüzlerce defa kuruldu meclisleri Hafız’ın her biri aynı muhabbetle. Yüzlerce defa dağıldı şehrin sokaklarına ellerinde hokkalarıyla talebeler. Yüzlerce defa doldu beyaz sayfalar kalennebiyyü ile başlayan cümlelerle. Yüzlerce eser telif edildi bu meclislerde. Her biri birbirinden kıymetliydi eserleri Hafız’ın; her biri binbir zahmetle derilen meyvelerdi. Bazısı tercümanıydı Peygamber sözlerinin bazısı ise şerhi. Kimisinde usulüne kimisinde fıkhına dair sözler söyledi hadislerin. Eserleri arasında bir tanesi ise bir sığınak, bir teselli, hem yarası hem de merhemiydi... Muhaddis bir babanın evlatlarının ardından duyduğu acıyı Peygamber’inin sözleriyle dindirme gayretiydi: “Bezlü’l-maûn fî fazli’t-taûn.” Yani: Taunun faziletine dair sarf edilen çaba.
Bir genç, şehrin sokaklarını karış karış gezerek insanları ilim halkalarına davet ederken, İbn Tolun Camii’nin hemen her sütununda bir halka kurulmuşken, verraklar siparişlerini yetiştirmek için hummalı bir istinsah faaliyetine koyulmuşken, taun illeti kara bir bulut gibi insanların üzerine çöküverdi. Kıtaları dolaşan, şehirleri kavuran bu kara bela Kahire’yi de avucunun içine almıştı. Her gün sayısız cenaze namazı kılınıyordu mescitlerde. Çaresizliğin usul usul yüreklere işlediği, salgının hemen her haneye bir ateş düşürdüğü günlerde insanlar toplu hâlde Nuh suresini okuyor, Sahih-i Buhari hatimleri düzenliyor, sahabe mescitlerinde dualar ediyorlardı. Tüm bunlar olurken ölüm İbn Hacer’in hanesine de uğradı ve iki güzel kızı Fatıma ve Galiye’yi babalarından ayırdı. İşte o zaman hokka ve kalemine sarılarak taunun faziletine dair eserini yazmaya başladı büyük hafız. Eserinin şu satırlarında vadedilen fazilete yavrularının nail olmasıydı tek dileği: “Taun her Müslüman için şehitlik demektir.” Müminler için bu hastalığın bir sınanma vesilesi olduğunu ve neticede şehitlikle mükâfatlandırılacağını vurguladı Hafız, ümit ve kederle ördüğü satırlarında.
Zor zamanlarda ümmete moral veren bir âlim miydi acısını yazarak dindirmeye çalışan bir babanın evlat hasreti miydi satırlara en çok sinen, bunu kimse bilemedi. Eserini bitirdiğinde ise en büyük kızı Zeyn Hatun’un vefat haberi geldi. Bilgeliğin derin bir saygı hissi uyandırdığı yüzünde artık evlatlarını yitirmiş bir babanın suskunluğu okunuyordu. Yine de yüzünü ekşitmiyordu Hafız, yudumlarken bu tarifsiz kederi. Üç derin çizgi belirdi yüzünde o günden sonra, üç derin yara açıldı yüreğinde. Artık her zamankinden daha hisliydi cümleleri… Ve daha derindi ilmi. Sabırla, ümitle kâğıda, kaleme sarılıp hüznünü ilimle dağıtmayı, ilimde teselli bulmayı da artık öğrenmişti…