“İyi bir dize, iyi bir cümle, çağrışımlarla dolu bir imge ruhumu kanatlandırıyor.”
Modern insanın paradokslarıyla başlayalım istiyoruz. Bir yandan alabildiğine dijitalleşen süreçleri, diğer yandan büyük ve somut acıları aynı anda yaşıyoruz. Pandemilerin, depremlerin, savaşların, yıkımların gölgesinde yol alıyoruz. Bu çelişkilerin ve kaosun içinde hayatın anlamını bulmak zorlaştı mı yoksa daha kolay bir hâle mi geldi sizce?
Hayat çok daha hızlı akıyor ve geçmiş dönemlerde yaşamış bir insanın hayatı boyunca görmediği yoğunlukta olay, belki bir hafta içerisinde, ortalama bir kentli sosyal medya kullanıcısının başına geliyor. Hayatın anlamına dair bir arayış ihtiyacı, belli ölçüde hüsrana uğramış, kendini bu hâliyle dünyanın yerlisi hissedemeyen insanların harcıdır. Simone Weil, “İnsan(lığ)ın tüm ilerlemesi bir koşulu engele çevirmede yatar.” yazmıştı. Bu manada dünyanın bizi giderek irkilten ve hüsrana uğratan bir yer olduğunu düşünürsek, tarlasının veya cemaatinin derdinde ömrü tüketen bir on dokuzuncu yüzyıl insanına göre çok daha yüksek seviyede kışkırtılıyoruz. Enformasyon obeziyiz hepimiz. Ancak öte yandan da olaylar (felaketler, sansasyonlar, kıyımlarla beraber lüzumsuz gündelik siyaset ve magazin enformasyonu burada eş değerdedir) yığın ve çığ hâlinde yuvarlanıyor biteviye üzerimize; durup suyun üzerine başımızı çıkaracak, soluklanıp düşünecek, hayatın desenini, bağlarını, menşeini ve yönelimini düşünecek derinleşme vakitleri/dikkati açısından çok fukarayız. Dış dünyanın anlam veren kıtlığından ziyade enflasyonuna maruz kalıyoruz esasen. Bir uyaran fazlalığı içinde yönümüzü yitiriyoruz ve bu da doğru filtrelere sahip değilseniz (nelerin cahili kalmak istediğiniz kararında isabetli davranmıyorsanız) eşit derecede tahribat yaratıyor dikkat ve bilinç üzerinde. Buna bir de liberal kapitalizmin çalışma ahlakını ve düzenini eklerseniz, paçasını kurtaranlarn pek az olduğunu göreceksiniz. “Şair paçasını kurtarabilmiş olandır” mealinde bir söz hatırlıyorum; eski pencerelerimiz kırılıp harabeye döndüğünde, anlamın izlerine rastlamak için daha geniş bir hikem ve şiir penceresinden izlemek gerekiyor hayatı.
Mitleri, masalları, mânileri hatırladığımız zaman edebiyatın insanlık tarihiyle yaşıt olduğunu görüyoruz. İnsanoğlunun acısına tercüman, sevincine barınak olan edebiyatın fert ve cemiyet planında iyileştirici gücü hakkında neler söylersiniz?
İlginçtir, “empati” kelimesinin literatüre ilk girişi insanın bir başka gerçek insanın ne hissettiğini anlamasıyla ilgili bir bağlamda değil, bir edebiyat eserinin kişide yarattığı etki bağlamında gerçekleşmiş. Bizler romanlarda, hikâye ve kıssalarda yaşanmış hayatları -muhtemelen bizim deneyimlemediğimiz ve asla deneyimleyemeyeceğimiz yaşantıları- okuduğumuzda, o insanların iç dünyalarına aşina olduğumuzda, kendimiz de bir deneyim geçirmiş gibi yankılanırız. “Demek böyle hissediliyor, pek insanca.” deriz. Ama bunun da ötesinde, bu duygunun tarifini, böyle bir duygunun varlığını fark ederiz. Onunla başka bir ortamda, yankılanmış bir gözlemci olarak karşılaşmamış olsak, ihtimal ki tanımayacağımız bir duygu durumudur bu. “Romantik aşk” kavramının ve aşk evliliği ahlakının, roman türünün doğuşuyla sıkı şekilde bağı vardır mesela. Tıpkı yiğitliğin ve cesaret erdeminin geçmişte epik türle olan ilişkisi gibi… John Berger’in çok sevdiğim bir sözü vardır; “Kelime dağarcığımız çok fakir olduğu için hayatta başımıza gelen pek çok şey isimsiz kalır.” diye yazmıştı Hoşbeş’te. Kelime dağarcığı kendimizi doğru anlamamıza da yarar. Doğru teşhis de hemen hemen en önemli şeydir. Bununla beraber, kelimeler şiir türü içinde kullanıldığında bir tür ruh cemaati yaratırlar; bilinen kelimelerin bilinmeyen, sadece sezilebilen göndermeleri çevresinde ısınıp şifa bulan insanların ruh kardeşliğidir bu… Kısacası, hem kurgusal edebiyat hem de şiir bizi yalnızlık duygusundan kurtarır. Okumanın çok güzel bir tarifi vardır, “tarihte yârenler aramaya çıkmaktır” okumak. Bu dost ve ahbaplar sayesinde içimizde metastaz hâldeki dilin, sembolik düzlemin, statükonun, göreneklerin, ön yargıların, ön kabullerin, ikiyüzlülüklerin, sığ uzlaşımların donmuş denizine bir balta indirebiliriz. Böylece dış-iç çatışmasından kaynaklanan yaygın patolojilerdeki dışsal amilleri de dönüştürmek için bir yola çıkılmış olur.
Alberto Manguel, Okumanın Tarihi isimli eserinde psikolog James Hillman’ın bir görüşünü aktarıyor. Hillman, çocukluklarında kitap okuyan ya da kendilerine kitap okunanlar için “Daha iyi durumda oluyorlar ve iyileşme olanakları daha fazla.” diyor. Mesleki tecrübelerinizden de hareketle soracak olursak: Kitap okumak bize hangi güçleri, dirençleri, ruhsal becerileri kazandırır?
Travma sonrası iyileşmelerde olduğu kadar, pozitif psikolojinin eğildiği ruhsal esenlik ve güçlülüğün de önemli bir bileşeni “esneklik” kavramı. Bambaşka hikâyelere aşinalık kesbetmiş olan insanların ortak bir özelliği aynı zamanda bu esnek zihin… Hikâye anlatıcılığı, anlatan/okuyan ile dinleyen/alımlayan arasında uyarlanmış ve özelleştirilmiş bir aktarımdır. Yani bilişsel faydaları (kelime ve bağlamlarının kazanımı, zihinsel esneklik, empati, daha geniş bir yaşam ufku vs.) dışında bir itimat ve şefkat iklimi kurar. Birine okumak, her şeyden önce bir sevgi edimidir. Hillman aynı zamanda, “Aynalama belki bilinci yaratıyor olabilir ama ruhu yaratan sevgidir.” de demişti. Bilhassa çocukluğun iklimi hiç eskimez içimizde. Ama çocuk daha sonraları okuma eylemini sadece kendi inisiyatifiyle ve tek başına yaptığında da esasen bu güven ve şefkat iklimi varsayılır zımni olarak. Çocuk, annenin namevcudiyet alanında ama onun mevcudiyeti hissinde oynar, okur, hayal kurar, dener (bu da bir özerkleşme pratiğidir). Tatmin duyulan bir yaşam, bu oyun/okuma ciddiyetinin, adanmışlığının ve otantikliğinin tesis edilebildiği, güven ve şefkatle birlikte özgürlüğün de ifa edilebildiği bir yaşamdır.
“Istıraptan kaçmak yerine onunla yüzleşmeliyiz.” diyorsunuz. Bu ifadenin edebiyatla ilişkisini konuşmak istiyoruz. Nitekim bazı teorisyenler, nitelikli edebiyatın okura bir yüzleşme imkânı sağladığını, bu yüzleşmenin de bir arınmaya yani Aristo’ya nispet edecek olursak katarsise imkân verdiğini söylüyor. Yüzleşme, edebiyat ve arınma ilişkisi üzerine düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Edebiyat kuramcıları -bilhassa sosyalist kuramcılar- bu katarsis duygusuna biraz küçümsemeyle ve biraz da öfkeyle bakarlar malum. Marx’ın filozoflara getirdiği temel eleştirinin, yani hayatı yorumlamayı bırakıp artık değiştirmek gerekliliğinin bir tezahürü bu yaklaşım. Mutlu sonların, kazanan erdemlilerin, kaybeden kötülerin hikâyelerini aldatıcı ve zararlı bulurlar bu yüzden. Bu açıdan da ironik olarak Aristo’dan ziyade Platon’a daha yakınlar sanırım… Esasen edebiyatta ve kurmacadaki katarsis, gerçek hayattaki ıstıraptan kaçışın bir yöntemidir bir manada. Ama mesela Ernst Bloch (ki kendisi Marksisttir), umut ilkesinden bahsederken, kişinin kendini esinlenmeye açmasından, özleminin grileşmesine izin vermemesinden bahsediyordu. Geçmiş kadar, hatta ondan daha fazla, geleceğin insana çağrısının bugünü şekillendireceğini söylüyordu. “Hiçbir ben hâlihazırdaki hâliyle ve yapabildikleriyle mukayyet değildir; çekirdeği yenilenemeyecek kadar, kendi çeperlerince şaşırtılamayacak kadar bitmiş değildir.” diye yazmıştı. Koşullar ve imkânlar yalnızca bir uğrak yeridir, varlık arzudan yaratılır, buna en büyük ve güzel misal, Hiç’ten yaratılmış evrendir. Rahmet olsun, Neşet Ertaş, “Darda kaldım diye umutsuz olma / Yok iken dünyayı var eden vardır.” demişti. Kurmaca, gündelik bayağılığı veya lüzumundan fazla taşınan küflenmiş arzuları sağaltır, oluşmakta olan şeyin nelere gebe olduğunu gösterir. Sonuç hüsran olduğunda bile, kurmacadan kalan lezzet ve hatıra gerçektir, gerçek yaşantının bu ikamesiyle insanın duygu açlığı yatışır.
Kaleme aldığınız Başı Sınuklar İçin Kılavuz’da yer alan denemeleri “Hem kendi ruhuma hem de başka yaralı ruhlara yazdığım birer mektup.” olarak tanımlıyorsunuz. Aynı zamanda “Belki de yaralı şifacılarız ve kendi şifamızı arıyoruz.” diyorsunuz. Bu sözünüz bize eski hekimlik geleneğimizde kamların yaralı veya hasta olma şartını hatırlattı. Buradan hareketle soracak olursak yarası olmayan yaraları iyileştiremez mi?
Hayır, bunu söyleyemem; bu kadar basit değil. Hatırladığım kadarıyla, şaman/kam, bilincini kaybedecek derecede yaralı-baygın olmadıkça bilinçötesinin ona ayan olmamasıyla alakalıydı bahsettiğiniz gereklilik… Hz. İsa, “ilk taşı günahsız olan atsın” demişti, günahsız ve yarasız kim var ki? Her yaşamın içine biraz yağmur düşer, yaşamak hasar bırakır. Mesele, taşımak için hangi yaraları seçtiğimiz daha ziyade. Belki, Yalom’un “terapideki gizli malzeme” dediği ayırt edici nüans, terapistin hangi yarayı seçmiş olduğuyla alakalıdır. Wittgenstein, “Yazdığım her şey çoğu zaman kendimle bir diyalogtur. İki çift göz arasında söylenen şeyler.” demiş, ben de bu diyalogların her birinde farklı seçimlerin izini takip ediyorum yazarken.
Aslında bütün bir modern edebiyat, insanın içe doğru kazısından elde edilen bulgulardan oluşur. İçe doğru kazı derken doğal olarak psikolojiden bahsetmiş oluyoruz. Mesela Dostoyevski’yi uzun uzun insan analizleri yaparak psikolojinin sahasına girerken; Jung’u ise mesleki teorilerini açıklamak için edebî metinlere atıf yaparken görürüz. İki farklı disiplin olarak edebiyat ve psikoloji hakkında neler söylersiniz?
İlginç bir gerçektir, Freud tıp alanında defalarca Nobel’e aday gösterilmişse de Goethe Edebiyat Ödülü aldı. Teorileri de büyük oranda edebiyattan, Sophokles, Shakespeare ve Dostoyevski eserlerinden esinlenmiştir. Ama bunun yanı sıra “bastırma kuramı”nı hidrolik biliminden esinlendiği de söylenir. Benim bildiğim, tanıdığım kadarıyla tüm büyük ruh hekimleri, insan ruhunun arkeolojisindeki buluntulara erişmek için şiir ve anlatının ormanlarında dolaşmış insanlar. Her eriştiği pınara ondan önce varmış bir şair bulduğunu söylemişti Freud. Psikanalizin bilimden ziyade sanata yakın bir disiplin olmasının sebeplerinden biri de bu; insan sözü hakikaten efsunlu, bir anlam zenginliğine sahip ve onu yorumlamak sanatçı hassasiyeti gerektiriyor. “Dostoyevski olmasaydı psikanalizin biraz daha beklemesi gerekirdi.” der Freud. Büyük edipler büyük ruh bilimcilerdir; adını koymakta zorluk çektiğimiz bir duygu ve hâli bizim için tarif ederler. Böylece insanı ve dünyayı daha okunaklı kılarlar.
Şiirleriniz Ses Ve Yankı’da öyküleriniz de Otoyol Uykusu’nda bir araya getirilerek yayımlandı. Ayrıca denemelerinizi okuduğumuzda kendinizi şiire ve edebiyata yaslanarak ifade ettiğinizi anlayabiliyoruz. Yazar kimliğinizle iyi bir şiirle, iyi bir öyküyle, iyi bir romanla karşılaştığınızda neler hissediyorsunuz? Sizde nasıl bir etkiye, dönüşüme sebep oluyor bu karşılaşma?
İyi bir dize, iyi bir cümle, çağrışımlarla dolu bir imge ruhumu kanatlandırıyor. Söz, bana yaşama sevinci veriyor. Güzelle karşılaşma ruhumuzu onarıyor. Bunu bir uçuş duygusu ya da keşif coşkusu olarak tanımlayabilirim en kısa şekilde. İmge ve mecazların ardında uykuya yatmış aşina şeyleri uyandıran bir süreç, okumak. Bunun haricinde üslubunun güzelliğiyle büyülendiğim eserleri de okumayı severim. Sadece öğrenmek veya anlamak için okumuyoruz, haz duymak için de okuyoruz. Seçkin bir üsluba sahip bir eser okuduktan sonra oradan dilime, ruhuma yapışan bir lezzet veya bir ritim kalıyor, bir süre o tempoyla yaşıyorum. Bu, bana farklı bir benlik tecrübesi yaşatıyor, ki bu eşsiz bir şeydir. Pennac, “Okuma vakti, sevme vakti gibi, yaşama vaktini genişletir.” diye yazmış. Sadece zamanı genişleten bir kovuk hâli olduğu için değil, hatta bambaşka hayatlara şahit kıldığı için de değil, bizi başka biri olarak yaşama gönderdiği için de yaşama vaktimi genişleten bir zevk okumak.
Sözün, sözle üretilecek anlamların berhava olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir insanlık kıyımına şahit oluyoruz. Dünyanın gözü önünde Gazze’de masumlar acımasızca katlediliyor. İnsanlık bu yarasını nasıl iyileştirecek, iyileştirebilecek mi sizce?
İyileşebileceğimizi sanmıyorum. Bir şeyler artık yerli yerine konamaz. Dünya eski dünya olmayacak. Çocuklar gözümüzün önünde katledildi ve biz sadece seyrettik. Biz de eski insanlar olmayacağız. Bizi insan kılan bir şeyler zayıfladı, insanlığımız eksildi. Bakın, bugün kötülüğe, insanın yıkım ve ölüm eğilimine dair hangi eseri elinize alsanız, Holokost’a bir referans bulursunuz. Bu, ölen milyonları geri getirmediği gibi acıyı da ortadan kaldıramazdı ama o deneyim, bir kerteriz noktasıydı. Adorno, böyle bir sapkınlıktan sonra artık şiir yazılamayacağını söylemişti, malum. Bu milat, artık Gazze soykırımıdır dünya için. Üstelik çok daha ibretamiz bir akıl tutulması, zira zulme uğramış bir halkın henüz aradan birkaç yıl geçmişken aynı zulmü bir başka masum halka icra etmesiyle başlamıştır. “Bu oldu, demek ki yine olabilir.” diyen Primo Levi’nin sözü maalesef kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi zuhur etti. Filistin’e İsrail’in uyguladığı soykırım, aparthaeid, ambargo ve talan bu sene olmuş bir şey değil, ilk Nakba olalı 75 yıl geçti. O zamandan beri, İsrail modern savaş (saldırı) teknolojisinin tüm imkânlarıyla ve Batılı devletlerin desteğiyle sistematik olarak, toprak ve emlak çalıyor, insan katlediyor, bir halkı topraktan silmeye azmediyor. Bizim vazifemiz, Nakba’nın, Holokost örneklerine galebe çalmasını, insanlığın müşterek hafızasına hakkolunup dağlanmasını temin etmek. Hep bunu anlatmak, lafı dönüp dolaşıp hem buraya getirmek. Mazlum bir halkı geri getirmeyecek olsa da bu bizi “keşke” sayıklamasından kurtarır. Bunu yaşayan insanların kalıcı olarak dönüştüğünü kabul etmemiz gerekiyor; hayır, bizler gibi olamayacaklar, bazı suçlar bağışlanamaz ama umulur ki adaletle huzura kavuşurlar.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve onlarla ilgili aklınıza gelen ilk çağrışımları sorsam?