Büyük yapıtlar bir kusur olarak doğar. Kendi çağlarında yadırganır, hafife alınır, yerden yere vurulurlar. Zamanla klasikleşir, en beğenilen en okunanlar arasına girerler. Burada sorabiliriz, zamanla ne değişmiştir? Kitapların içindekiler değişmediğine göre geriye tek cevap kalıyor: İnsanlar yeniliklere, kusurlara alışırlar. Kitleler hâlinde hem de. Sonra bu alışkanlık klasikleşmeyi beraberinde getirir.
Bildik yerden anlatmak, bildik kalıplarla anlatmak bizi güvenli bir yerde tutacaktır. Bu güvenli yerin övgüsü, alkışı, takdiri boldur. Doğrudur. Ama istikbali var mıdır, şifası var mıdır? Belki bunu sormamız, sorgulamamız gerekiyor. Genelde bir tekrarı çoğaltırlar. Bir üslubu, bir akımı, bir ustayı parlatırlar. Sanatçı bu durumda kendisinden önce inşa edilen bir sarayın müştemilatında ufak tefek ekleme ve çıkarmalar yapan taşeron durumuna düşer. Elbette mevcut bir sarayın restorasyonunda ya da tamamlanmasında çalışmak hafife alınacak bir şey değildir, aksine “yazmış olmak için yazmak” gibi bir “vasatlığa” sürüklenen günümüz yazın hayatında bir şirazeye hizmet etmek, bir yoruma bağlı kalmak büsbütün anlamsız değildir. Fakat yeterli de değildir.
İnsanlar hikâyeleri aşina oldukları şekilde anlatanları beğenirler, lakin bildiklerini altüst edenlere vurulurlar. Öykücü bu vuruluşa mı talip olmalıdır? Sanmıyorum. Bir şeye talip olmak elimize, ayağımıza hızlıca görünmez prangaların geçirilmesi sonucunu doğuracaktır. Beğenilme arzusu tuzakların en acımasızıdır. Nice büyük sanatçı, beğenilme arzusu sebebiyle melekelerini yolun başında zayi eder, dünyaya gelme amacını gerçekleştiremeden bu dünyadan ayrılır. Beğenilme arzusu, büyük sanatın yanında yöresinde kendine yer bulamaz. Bulamaması icap eder. Ama insanız neticede. Kalplerimiz var, hayatı duvarların ardında yaşamıyoruz. Sözlerden, imalardan, sitayişlerden, tarizlerden etkileniyoruz. Yazar, yazdıktan sonra gayriihtiyari dışarıya kulak kabartır. Kuyuya bir taş atıp oradan öylece geçip giden hiçbir çocuk göremezsiniz. Bir süre kalıp kuyunun derinliklerinden gelecek sesi duymaya çalışmak en çocuksu hasletimiz olsa gerek. Yazar da yazdıklarının karşılık bulup bulmadığına, attığı taşın kuyuda nasıl yankılandığına bakacaktır. Belki hiçbir zaman unutmamamız gereken şey bu merakın bir zaaf, zehirli bir zaaf olduğu gerçeğidir. Evet, bu ayıp bir şey değil ama zehirli bir davranıştır. Neden mi? Alkışlar, eleştiriler bizim bir sonraki öykümüze gizliden gizliye hükmeder. Bu sinsi boyunduruk altına giren yazar için yüksek sanatın kapıları kapanır. Geriye güzel ama vasat metinler kalır.
Bir eserin bütün hatalardan arınmış, kusursuz mahiyeti onun tek kusuru olabilir. Yazarın muhayyilesini heyecanlandırmayan, korkutmayan, işkillendirmeyen, kışkırtmayan bir yazı deneyimi her şeyden önce ortaya gerçek bir sanat eseri konulmasına mani olacaktır. Kusursuz bir yapıt kötü değildir ama Turgut Uyar’ın ifadesiyle “korkakça” ve “tatlıcadır”; korkaklık ise aslında bizi yazarken de yaşarken de kendi kendimizin tekrarı olmaya zorlayan zavallılığımızın sonucudur: “Bizi durmadan yanıltan, aldatan alışkanlıklarımız oluyor. Yahut bizi tembelliğe götüren. Durmadan alıştığımız biçimlerle, alıştığımız duygulanma, düşünme çevrelerinde yazmak bizi sonunda bıkkınlığa, inanmışlığa, kolaylığa götürür.”1
Bir yazar kalabalıktan, gürültüden nasıl kurtulur? Bilmiyorum. Buna bir ecza olduğundan da emin değilim. Neticede cesaret öğrenilebilir bir duyguya benzemiyor. Dışarıdan gelen sesler, yazdıklarımıza verilen tepkiler, kolayca yok sayamayacağımız gürültülerdir. Gürültüler diyerek okuru hafifsediğim sanılmasın. Ya da sanılsın. Okur, istenilen esere kavuşabilmek için yok sayılması gereken bir muhataptır. Dışarısı yok sayılmadığı müddetçe sanatçının heybesindeki deliliğin, yeniliğin, açılımın, içgüdüsel yönelimin ve özgür muhayyilenin birer tohum gibi ekileceği bahçelerin kapıları daima kapalı kalacak; her şeyin planlı, programlı bir şekilde inşa edildiği dört başı mamur kurmaca saraylarında dökülen terler sanatçının ömrünü lebalep dolduracak; okur da bu görkemli ve can sıkıcı sonuçlara katlanacaktır.
Mükemmeliyetçilik duygusunun yazar için ölümcül bir takıntı olduğunu görüyoruz. Kendisini mükemmel bir dilin ve kurmacanın şartlarına kopmaz iplerle bağlayanlar, sadece yazı melekelerini köreltmiş olmazlar, aynı zamanda kusurla birlikte gelecek yeniliğin, zindeliğin, toyluğun, gıcır gıcır heyecanın da su yoluna ket vurmuş olurlar. Kusursuzluk arzusu sindirir, köreltir, pasifleştirir. Kusursuzluk, bütün gereklilikler yerine getirildiğinde bile orada hâlâ bir şeylerin eksik kaldığı hissini veren kusurdur.