Divanü Lügati’t-türk’ün Bulunma Hikâyesi

Kâğıt Ev romanını bilir misiniz? Kitaplarla başı dertte olan bir adamın, Brauer’in romanıdır bu. Brauer’e göre kitap, okunduktan sonra başından atılacak cinsten bir şey değildir, o bir hastalıktır. Bütün servetini harcayarak her türlü yazılı esere sahip olmaya çalışan bu çılgın adam, hastalığını ilerletir, zamanla tavan arasında yaşamaya başlar. Çünkü odalarında, koridorlarda sessizce çoğalan ev arkadaşlarına yer açmalıdır. Brauer için kitaplarından kurtulmak onlara sahip olmaktan daha zordur artık.

Aynı hastalığa Ahmet Hamdi’nin Mahur Beste’sindeki Behçet Bey de daha çocukken yakalanır. Behçet Bey, Brauer gibi işi, tuğlaları kitaplardan oluşan bir ev inşa etmeye kadar götürmez ama onlarla karşılıklı kahveler içer, geceleri oyuncağıyla uyuyan çocuklar gibi kitaplarına sarılarak uyur.

Her ne kadar bunlar roman kahramanı olsalar bile gerçek hayatta da böyle insanlar yok değildir. Bir kitap için binlerce km yol giden, bulduğu kitabı bir okuyuşta ezberleyen, paha biçilmez bir eseri ilk bakışta kavrayan, parayı sadece kitap için kullanan… Hiç şüphesiz kitaplar, kimi zaman “hasta” diye tarif ettiğimiz bu insanların hayatına yön verir, kaderini değiştirir. Ama bazen de tam tersi olur; insanlar, kitapların kaderini değiştirir. Tıpkı Divanü Lügati’t-Türk’ün kaderini değiştiren Ali Emiri Efendi gibi.

Bu girizgâhtan sonra asıl konumuza gelelim; kayıp bir mücevherin yani Divanü Lügati’t-Türk’ün kaderini değiştiren hikâyeye. Osmanlının son dönemleridir. Divan’ın Türk diline ve yaşayışına dair ilk sözlük olduğu, Abbasiler zamanında bütün Türk illerini gezen Kaşgarlı Mahmut tarafından yazıldığı kitap düşkünleri tarafından bilinmektedir. Hatta kitabın adı Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zunün’unda dahi geçer. İşte, varlığı bilinen, kulaktan âşık olunan fakat yüzyıllardır kayıp bir kitaptır Divanü Lügati’t-Türk. Ta ki Ali Emiri Efendi onu bulunana kadar.

Ali Emiri Efendi, çocukluğundan itibaren lamba ışığında sabahlara kadar kitap okuyan, ezberinde yüz bin beyit bulunan, İstanbul’daki, Anadolu’daki tarihî eserlerin kitabelerini, en girift vakfiyeleri bir çırpıda söken ayaklı kütüphane nev’inden bir insandı. Herhangi bir eseri elde etmek, kıymetli bir evraka sahip olmak, nadir yazmalara ulaşmak için katlanamayacağı fedakârlık yoktu. Kitap ihtirası, başta bahsettiğimiz roman kahramanları Behçet Bey’e ya da Brauer’e taş çıkaracak cinstendi. Öyle ki Yanya’da memurken satın aldığı Arapça bir kitabın ikinci cildinin Sana’da olduğunu işitince tayinini Yemen’e aldırmaktan geri durmamıştı.

Ali Emiri Efendi, Beyazıt’taki sahaflar çarşısının en tanınmış müdavimlerindendi. Haftanın en az üç gününü burada geçirir, çarşıya adım atar atmaz kıymetli maden arayıcıları gibi keşif hareketlerine başlardı. İşte öyle günlerden birinde sahaf Burhan Efendi ona el yazması bir eser gösterir. Kitabın bir kadın tarafından getirildiğini, kadının eseri otuz altından aşağı satmak istemediğini aktarır. Burhan Efendi, kitabı Ali Emiri’ye göstermeden önce yüksek bir fiyata alır vehmiyle Maarif Nazırı’na götürmüştür. Nazır, kitabı encümene tetkik ettirdikten sonra ben o paraya kütüphane kurdururum, diyerek sahafı geri çevirmiştir. Nazırın geri çevirdiği kitabı elinde tutan Emiri Efendi, heyecandan bayılmak üzeredir. Çünkü bu kitap, dünyada eşi benzeri görülmemiş Türk kamusu ve grameridir; ona değil otuz altın, otuz bin altın bile azdır.

Kitabın sahaf Burhan’a gelişi de ayrı bir hikâyedir. Kitabı sahaflar çarşısına getiren kadın, Abdülhamit’in Maliye Nazırı Ahmet Nazif Paşa’nın akrabasıdır. Kimi kaynaklara göre eşi kimi kaynaklara göre de amcasının kızıdır. Paşa, ölüm döşeğinde Divan’ı kadına verirken “Bak sana bir kitap veriyorum. O altı nesildir bizim ailededir. Onu iyi sakla! Sıkıldığın zaman kitapçılara götür. Altın para otuz lira eder, aşağıya verme!” der. Öyle görünüyor ki kadın dara düşüp kitabı satmak zorunda kaldığında bu otuz altın lafını hatırlar.

Ahmet Nazif Paşa’nın büyük dedesi Vaniköy’ü imara açan, bugünkü Vaniköy Camii’ni ve Ahmet Nazif Paşa Yalısı olarak bilinen evi inşa ettiren aynı zamanda âlim kişiliğiyle de ünlenmiş Vani Mehmet Efendi’dir. Vani Mehmet Efendi’nin konumuzla ilgili dikkat çekici özelliği Kur’an’daki kıssalara dair yazdığı tefsirlerdir. Araisü’l-Kur’an ve Nefaisü’l-Furkan adlı eserlerinde Mehmet Efendi, bazı konularda meslektaşlarından farklı yorumlar yapar. Mesela Tebük Seferi’nden kaçanlar hakkında ayette anlatılan azabı tekrarladıktan sonra “kaçanların yerlerine getirilecek milletin” Türkler olduğunu söyler (Tevbe, 9/39). Zülkarneyn ile Ye’cüc ve Me’cüc’ün kimliğine ilişkin yorumu da diğer müfessirlerden farklıdır. O, Kur’an’da bozgunculuklarıyla tanıtılan Ye’cüc ve Me’cüc’e geçit vermeyen Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğunu dile getirir. Mehmet Efendi’nin Türkler ile ilgili ancak ayrı bir başlıkta ele alınabilecek daha pek çok yorumu vardır. Kuvvetle muhtemeldir ki Mehmet Efendi, kütüphanesinde bulunan Divanü Lügati’t-Türk’ten esinlenerek bu yorumları yapmıştır. Çünkü Kaşgarlı da kitabında aynı şeyleri söyler.