Korku bizimle doğar. Ölene kadar yakamızı bırakmayan tek şeydir korku. Bizi uçuruma iten de düşerken elimizi tutan da çoğu kez korkudur. Henüz çocuk ruhumuzda besleriz korkuyu, büyütürüz kendimizle birlikte. Süsleriz onu tanımamak için. Kendimizi kandırmaya çalıştığımızda aslında kandırmak istediğimiz şey korkularımızdır. Neşenin en göz yaşartıcı anında neşeyi kaybetme korkusu sarmaşık gibi dolanmaya başlar ruhumuza. Daha kavuşmanın ilk anlarında kaybetme korkusu uğurlar içimizdeki sükûneti. Bir yere, bir zamana, bir insana kök salmaya niyetlendiğimizde korku yabanıl otlar gibi hırçın dolanır köklerimize. Korku köksüzlüğümüzdür bizim. Bir gece pencereden huzurla göğe bakıyorken mesela, çocukluğumuzun korkulu gözleri belirir gökyüzünde ıslak iki yıldız gibi. Korkular, çocukluğumuzun ruhumuzda bıraktığı yaralardır en çok. Korkular, hiç kapanmayan yaralarımızdır. Ta ki onlardan, korkularımızdan, daha iyi bir şey yapmayı öğrenebildiğimiz güne kadar. Korkularıyla, kapanmayan yaralarıyla kendisinden çok daha erdemli bir şey yapan bir dehadan bahsedeceğim şimdi size; köksüz bir ruhtan, Ernst Theodor Amadeus Hoffmann’dan.
Çevre engebeli ve ıssız, topraksız kum tabakasında tek tük otlar bitmiş, normalde bir malikâneyi süslemesi gereken bahçe yerine kara tarafına uzanan çıplak duvarlar bitmez tükenmez kasvetli kederleriyle ilkbaharın renkli süslerini hor gören seyrek çam ormanını çevreliyor. Yeni bir arzuya uyanan küçük kuşların neşeli cıvıltıları yerine sadece kargaların tüyler ürperten gaklamaları, fırtınayı haber veren martıların uğultulu çığlıkları yankılanıyor…1 Bir öykünün içindeki bu cümleler Hoffmann’a ait. Okurlarını götürdüğü bu tekinsiz, karamsar ve boğucu yerler, bu eski malikâne onun çocukluğunun geçtiği yerler. Hoffmann çocukluğunu daima böylesine karamsar bir tablonun içinde hatırlar. Düzenli bir memur olmayan, işlerini savsaklayan, müzik yapmaktan hoşlanan, şiir yazmaya ilgi duyan ama güvenilir bir eş olmayan bir babayla dünyası başkalarının düşüncelerinden, düzenli ev temizliğinden oluşan, korkak, titiz bir annenin çocuğudur Hoffmann. Birbirine zıt bu iki karakterin onun doğumundan birkaç yıl sonra boşanması ile birlikte annesiyle beraber onun baba evine, bu malikâneye gelir. Çok önemsediği çevresi tarafından ayrılıktaki kusurun kadında aranacağına, başarısız olduğuna hatta küçümseneceğine dair hissettiği korku annesinde psikolojik bir baskı yaratır. Bu baskının ve korkunun âdeta patolojik bir hâl aldığı annesi, bazen ağlama nöbetleriyle bazen kendini tamamıyla ev işlerine adayarak evden hatta zamanla odasından bile çıkmamaya başlar ve içine çekildiği ruhsal acıların girdabında küçük oğlundan gittikçe uzaklaşır. Ölümünden bile etkilenmediği annesine karşı hayatı boyunca bir bağ hissetmez Hoffmann. Bu malikânede yaşadıkları ve çocukluğu, hayatı boyunca kalbinde taşıdığı bir kamburdur. Çünkü o, sadece anlatılanlardan tanıdığı bir baba ve kaybolmuş bir anne tarafından bu malikânenin soğuk duvarları arasında terk edilmiş, mutsuz bir çocuktur. Bunu ilerleyen yaşlarında, evet, evet; art arda yaptığım bazı aptallıkların nedeni dört duvar arasında kendi hâlime bırakılarak yetişmiş olmamdır, diyerek itiraf eder. Belki de onun hayatına olan etkileri yalnızca, babasından aldığı müzik ve edebiyat ilgisi ve annesinden aldığı, ondaki tüm eksantrik fantezilerin kaynağı olan histeridir.
Hoffmann’a bu malikânenin soğuk duvarları arasından kaçış yolları açan, kısıtlayan gerçekliğin içinde ona soluk aldıran, onu sıradanlığın içinde boğulup gitmekten koruyan şey engin hayal dünyası ve bu fantezilerdir. Bu fanteziler aynı zamanda çocukluğundan itibaren onun bir yere kök salamamasındaki en büyük etkendir. En başta kendi ailesinde kök salamayan bir ruhtur o. Sonraki hayatında da hiçbir yerde kök salamaz ya da hiçbir şey onda tam olarak kök salamaz. Zaten ona göre “hiçbir şey, yere kök salıp her söze her konuşmaya katlanmak zorunda kalmak kadar can sıkıcı değil”dir. Bu yüzden “ya-ya da” sanatına sığınır ve yaptığı şeyin içinde hiçbir zaman büsbütün kaybolup gitmeyen, başkalarının onu zorla sokmaya çalıştığı oyunun kurallarına çok çabuk ve ustaca uyum sağlayan ama asla onun içinde erimeyen, her yerde olan ama hiçbir yerde tam, bütün ve kavranabilir olmayan, aslında bir yanıyla hiçbir yere ve şeye kök salamayan biri olarak ustaca yaşar.
Bodur vücuduyla, henüz genç yaşta biraz çıkmış kamburuyla, omuzlarının üstüne büyük gelen başıyla, çabucak unutulmayan yüzüyle, oynak mimikleriyle, muzip yeşil gözlerinin delici bakışlarıyla, köşeli ve çıkık çenesiyle ufak tefek, huzursuz, tuhaf bir adam olarak tasvir edilen Hoffmann, hiçbir zaman kendi bedeninde de huzur bulamamış, bedeni ona yük olmuştur. O, nihayetinde kendi bedeninin içine bile kök salamayan ve hayatı boyunca onu yabancılayan kırgın bir ruhtur. On yedi yaşında, “Dış görünüşümün çekiciliğiyle ilgisini çekemediğime göre … ben de gözüne çarparım, hiç olmazsa bana bakar diye çirkinliğin timsali olmak istedim.”2 derken, sanki anne ve babası tarafından terk edilmenin, istenmediğini hissetmenin, hiç sevilmemiş olmanın çirkinliğini hayatı boyunca bedeninde duyumsadığını hissettirir. Buna rağmen onun için önemli olan şey, bir insanın ne olduğu değil kendisiyle ne yaptığıdır. İnsan var olduğu şeyden bir şey yapmalıydı, çünkü hayatta var olduğu şeyle kavga içinde yaşıyordu.3 O, bedeniyle olan bu kavgayı sürdürmemek adına kendinden yeni bir şey yapar ve ona acı veren her şeyi, en derin kederlerini “doğanın en derin bakış açısından kaynaklanan harika düşünce gücü” olarak tanımladığı mizahla gülünçleştirir. Kendisiyle dalga geçmekten keyif alır, karikatürünü başkalarından önce kendisi çizer. Çünkü sanatın üzerindeki etkisini daha küçük yaşlarından itibaren hissetmeye başlayan bu dâhi adam, daima yaşayacak olan şeyin idrakine varmıştır: “Ben sanatçı bedenine sahibim, yani yakında ona ihtiyacım kalmayacak ve yanıma onu almadan gideceğim.”4
Yoksunluklarından bir erdem var etmeye çabalayan, mizah yeteneğini geliştirmek için kendi gözlerini önce kendi bedenine çeviren, düşünceleriyle bedeni arasındaki uyuma ya da uyumsuzluğa dışarıdan bir izleyici gibi dikkat kesilen Hoffmann, zamanla dışarıya dönük bir seyirciye dönüşür. Yüz mimikleriyle oynayan, beden dilini konuşturan, beden ve konuşma arasındaki aykırılığı başkalarında da keşfetmek için daima tetikte olan, seyrettiği bir bedenin, sahibinin kontrolünden çıkıp kendi sıçrayışlarına kapılmasıyla heyecanlanan, soyluların topluluklarından sıkıldığında arka sokaklarda dolaşan, daima kartal gözleriyle çevresini kolaçan eden, insanlarda gözlemlediği gülünçlükleri, göze çarpan şeyleri hatta acınacak özellikleri eserleri için inceleyen ya da hazırda bulundurduğu kalemle kâğıda döken Hoffmann müthiş bir seyircidir.5 Çevresinde hayal gücünü, fantezilerini, düşüncelerini harekete geçirebilecek fırsatlar ve durumlar arayan bu adamın kalemindeki kıvraklık da büyük oranda onun bu bitmez merakında ve gözlemciliğinde gizlidir.
Bir hukukçu, ressam ve yazar olan Hoffmann’ın bu hayatta kök salmayı arzuladığı tek şey ise müziktir. Hayatı boyunca bütün benliğini adayacağı müzik zevkini onda uyandıran, ona piyano çalmayı öğreten kişi ilk tatsız şakalarını yaptığı, yaramazlıklarını gizlemek için ilk fantastik bahanelerini uydurduğu dayısıdır. Hoffmann için müziğin ve ses sanatının ruhu; bütün bağlarından kurtulduğu zamanlarda özgürlüğün içinde düştüğü boşlukta, çocukluğundan beri tanıdığı aynı belirsiz huzursuzluğa kapıldığında, kendi dışında aradığı bir şeye karşı karmakarışık, delice bir arzu uyandığında, sonra kendisiyle savaşmayı öğrendiğinde, sonra her şey birdenbire gözüne sefil, boş, renksiz ve ölü göründüğünde, kendini umutsuz bir ıssızlığa bırakılmış hissettiğinde çektiği ama anlatamadığı işkencenin; bu uğultulu sessizliğin, bu hızla filizlenen çölün, bu tıklım tıklım dolu boşluğun, bu acı dolu yabancılaşmanın içinden onu çekip alan şeydir.6 Açlık isyanlarının, sokaklardaki karmaşanın gölgesinde nereye bakılsa rahatsızlığın, parçalanmışlığın, belirsiz bir geleceğin görüldüğü bir çağda Hoffmann, tıpkı çocukluğunda olduğu gibi, daima dışarıda yalnız bir savaşçı gibi başının çaresine bakar, yorulduğunda ise onu bir çocuk gibi yumuşattığını söylediği müziğin dünyasına sığınır. Ama müziğe ve Mozart’a olan tutkusuyla adını Amadeus olarak değiştiren, kendini müziğe adamasına ve bir müzisyen olarak kabul görülmeyi arzulamasına rağmen -belki de yalnızca bu yüzden- bir müzisyen ve besteci olarak bu sanatta kök salamayan, hayatı boyunca yalnızca birkaç başarılı opera yazan Hoffmann’a bir sanatçı olarak en büyük başarı müzikten arta kalan zamanlarda ilgilendiği edebiyatla gelir. Çok sayıda öykü ve roman yazmasına rağmen yazmak onun müzik tutkusunun çileli yolculuğunda yükünü hafifleten bir sığınaktır. Oysa müzisyenlikte zorlanmasına rağmen yazmak onun için konuşmak kadar basit bir iştir. Belki de edebiyatı hiçbir zaman müzik kadar ciddiye almayan, bu yüzden hata yapma korkusundan özgür olan Hoffmann’ı bu kayıtsızlık yazıda başarılı kılmış, onu kendini kanıtlama yükünden kurtarmış ve bu sayede kalemi hayal gücünün ve fantezinin uçsuz dünyasında özgürce dolaşabilmiştir.
Hoffmann’ın sanat hayatının kesişim noktası yahut müzik ve yazarlığının birleşimi ise onun hayatını, sanatını, dünya görüşlerini ve edebî tarzını kendi bünyesinde toplayan, eşsiz bir şaheser olan Kedi Murr romanıdır. Romanın kahramanlarından biri olan eski yargı görevlisi Johannes Kreisler, müzik dehasıyla donattığı bu orkestra şefi, Hoffmann’ın kendi acılarını yüklediği, kendi yaşam öyküsünün bir bölümünü atfettiği ve müzik yaşamında çektiklerini anlatmak istediği alter egosudur. Romanın diğer kahramanı ise Hoffmann romana başladığında yaklaşık iki yaşında olan, eşinin trajik bir şekilde hayatlarını kaybeden çocuklarının yerine koyarak değer verdiği güzel kedisi Murr’dur. Roman, kendi biyografisini yazan Kedi Murr’un bunu yaparken Johannes Kreisler isimli bir müzisyen hakkındaki kitabın sayfalarını esas almasına, Murr’un otobiyografisi baskıya gidince Kreisler’in biyografisinin de yanlışlıkla araya karışıp basılmasına ve sonuç olarak iki hikâyenin de roman içinde dönüşümlü olarak yer almasına dayanır. Kedi Murr tam anlamıyla modern bir kurmacadır. Dâhi bir zihnin yüzyıllar önce güzel tesadüfler üzerine kurduğu bu roman, âdeta komik anlatının atası7 ve Hoffmann’ın edebî tarzının, eksantrik düşünce dünyasının en iyi örneğidir. Kitapları henüz baskıya gitmeden bilinir hâle gelen, kendisinden sonraki çağlar boyunca Balzac, Baudelaire, Poe, Dickens, Gogol, Dostoyevski, Puşkin, Kafka, Calvino, Marquez, Eco, Kierkegaard, Bulgakov, Thomas Mann gibi edebiyat otoritelerini etkileyen, Kum Adam’ı yazmamış olsaydı Freud’un bilinçaltını keşfedememiş olacağı söylenen bu adam, onu kendi edebiyat tarihinde patırtılar içinde ışıklar saçıp heyecan uyandıran, ama çabucak sönüp yok olan havai fişeğe benzeten çağdaşlarını daha o gün yanıltmıştır. Çünkü o aslında büyülü gerçekçiliğin gerçek babasıdır.
Bir yapma ustası olan Hoffmann’a göre insan var olduğu şeyden daima bir şey yapmalıdır. Bu, hayatı boyunca bütün yaralarına rağmen ona yaşama azmi ve neşesi veren en büyük fantezisidir. Bu yüzden ölümüne yakın acılı günlerinde bile kısa hikâyeler yazmaktan vazgeçmez. Bu yüzden son doğum gününü kutlamak üzere bir kez daha dostlarını etrafına topladığında ve her zaman ortamı canlandırdığı hâlde artık koltuğuna zincirlenmiş olarak otururken dostlarından biri ağzından “Hayat en yüce servet değildir”, biçiminde bir cümle kaçırdığında, akşam boyunca sergilemediği bir sertlikle yerinden fırlayarak şöyle bağırır: “Hayır, hayır sadece yaşam, sadece yaşam; hangi koşulda olursa olsun!”
1. Rüdiger Safranski, Kuşkucu Bir Hayalperestin Yaşamı: E. T. A. Hoffmann, Çev. Firuzan Gürbüz Gerhold, Alfa Yay., İstanbul: 2021, s. 459.
2. Rüdiger Safranski, age., s. 293.
3. Rüdiger Safranski, age., s. 556.
4. Rüdiger Safranski, age., s. 293.
5. Rüdiger Safranski, age., s. 440-441-442.
6. Rüdiger Safranski, age., s. 205-206.
7. Ernst Theodor Amadeus Hoffmann, Kedi Murr’un Dünya Görüşü, Çev. M. Sami Türk, İletişim Yay. İstanbul: 2015, s. 44.