Yıl 3033. Dünya nüfusu neredeyse iki yüzyıl önceki seviyesine inmiş. Kuşlar, balıklar ve evcil hayvanlar nesli kesilmiş hayvanlar grubuna dâhil edilmiş. İnsanlar “Bugün ayın kaçı?” gibi basit hesapları öğrenmek için dahi kendi akıllarına değil yapay zekâlara müracaat ediyorlar. Havuç, domates ve soğan bile endemik bitki sınıfına girmiş, koruma altında. Kaşarlı tost, kaşar ve tost, ekmekle bütün olmaktan çoktan çıkmış, bunun yerini kaşarla da tostla da ilgisi olmayan düşünce mahsulü kapsüller almış. İnsanlar yüzyıl evvel böyle bir şeyi düşünmeye bile güç yetiremezlerken şimdi, öyle elektrikli fırınlara falan gerek kalmaksızın düşünce ile üretilen bol karbonhidratlı besinler sofraların vazgeçilmezi olmuş. Sofraların dedimse öyle bildiğiniz tarz sofralar aklınıza gelmesin; kurulması ile kaldırılması bir olan, zaman ve de mekân katlamalı aparatlar bunlar. Ekmek demekle ekmek yemek arasındaki farkın kalkacağını biri bize yıllar önce söylemiş olsaydı onu tutar tımarhaneye tıkardık. Nüfusun hızla dibe vurması neticesi selam verecek kimse kalmadığı gibi otomobillerin park sorunuyla beraber, eylemekle söylemek arasındaki fark sorunu da ortadan kalkıvermişti. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin parlamentolarında, dünyaya gelen bebeklerin çocukluk çağı oy birliği ile kaldırılmış, emekleme safhası bile oluşmadan bebeler beşik sürecinden eşik sürecine geçiş yapmışlardı.
Gelişmişlik adına insanlar ve bütün canlılar üzerinde yapılan bu oynamaların fıtrata müdahale olduğunu söyleyen din anlatıcıları “çağa ayak uyduramamak”la itham ediliyordu. “Hayat” üzerinde denenmedik hiçbir şeyin kalmadığı yaşam alanıydı artık. Bu yüzden ilk mektepten itibaren müfredat da tamamen değişmişti. “Hayat bilgisi” dersinin yerini “ölüm bilgisi” almıştı. Öğrencisizlikten varlıklarını sorgulayan üniversitelerin bilim adamlarına göre baskı ortadan kalktıkça insanın bilgi üretimi de dirimden ölüme doğru kaymıştı. Ne Foucault’ya ne de insan bu âleme fırlatılmıştır diyen Heidegger’e ihtiyaç kalmıştı. Liselerin orta kısmından itibaren “ölüm bilgisi” dersinin konulmasının büyük takdir topladığını söylemek bile mümkündü. “Ölüm bilgisi” dersi çoğunlukla “ölüm uygulama atölyesi” adı verilen laboratuvarda yapılıyordu. Zamanın akışı, bir yaprağın dalından yere düşüşü, yüzde bağıran çizgiler, gözler altında mor halkalar, dalgınlık ve uyku seansları bu dersin atölyeye dönük önemli üniteleri arasındaydı. “Ölüm bilgisi” dersinin yanı sıra eski kuşakların anlam veremedikleri seçmeli dersler de vardı. “Unutma bilgisi”, “yanlış iliklenmiş ilk düğmeyi çözme kültürü ve doğrusunu yapma bilgisi”, “fânilik eğitimi ve oyun”, “eğlence ve oyalanma dersleri”nin yanı sıra “teoloji tasarım” dersleri bunlardan birkaçıydı.
Yaşanan çağ uçan otomobil çağıydı. Gökte uçmaya alışkın çağın insanları yerde yürümek konusunda deneyimsiz ve de beceriksizdiler. Yüz yıl evvelki yerli (yerden giden) otomobilleri hesaba katarak motorlu kara taşıtlarını, uçanlar ve kaçanlar diye ikiye ayırmışlardı. Kaçanlar dedikleri, bir şoför marifetiyle yolunda seyreden otomobillerdi. Uçanlar ise malum uçan otomobiller, taksiler. Bunlar insansız oldukları için 3000’li yılların insanları kendilerinden iki yüzyıl öncekilerin karada kullandıkları otomobilleri de insansız makineler olarak görüyorlardı. İçlerindeki bilge kişilikle çok önemli bir hakikati keşfetmişlerdi ki hayat gelip giden bir şeydir, ölüm gelip gitmeyen. Kapımızın önünde kök gibi oturup gelip geçeceklerin geçmesini engelleyendir ölüm. Belki de bu yüzden bütün büyük şehirlerde en yüksek puanla öğrenci kabul eden fakülte “Ölüm ve Fâni Hayat Fakültesi”ydi. Sınıfın önünde bekleyen o kalabalık, “Ölüm ve Fâni Hayat Fakültesi”nin “ölüm bilgisi” dersi öğrencileriydi. Bu ders mecburi bir dersti. Ne de olsa ölüm öyle tercihe dayanan bir olgu değildi. Elbette “iyiliğe yönelme ve kötülükten sakınma bilgisi” gibi seçmeli dersler de vardı. Fakat bu dersleri tercih eden o kadar fazla değildi. Herkes nedense “gülmekten ölme bilgisi” ya da “ölesiye sevme eğitimi” derslerine daha yoğun ilgi gösteriyordu.
“Ölüm bilgisi” dersine girmek için “uygulamalı öksürme musikisi” dersi öğrencilerinin sınıfı boşaltmalarını bekliyordu. Neyse ki on beş dakika sonra art arda farklı tonda öksürüklerle “öksürük musikisi” öğrencileri sınıfı boşalttılar. Ölüm bilgisi hocası, kendini ecnebi öğretim görevlisi İdah Ulgoloy olarak tanıtan Yol Oğlu Hâdi idi. Bu kez yüzünü değil ismini kapatmayı kendine uygun görmüştü. Ders başladı. Sınıfta her ders olduğu gibi yine ölüm sessizliği vardı. Ölüm sessizliği bu çağda öyle kolay temin edilebilen bir şey değildi. Dersin olmazsa olmaz fon müziği gibi. Köy mezarlıklarından ve dağ başı yalnızlıklarından bol miktarda sessizlik taşındı sınıfa. Yetmediği yerde sınıfın en sessiz öğrencisi Can’ın biriktirdiği sessizliği de kullanarak yeterli sessizlik temin edilmeye çalışıldı. Hocanın derste iltifat sadedinde vurguladığı gibi, Can’ın can alıcı bir sessizliği vardı. İdah Ulgoloy ders anlatırken öğrencilerin göz bebeklerine dek odaklanırdı. Yine öyle yaptı. Sınıf sanki müşterek bir göz hâline gelmişti. Çıt çıkmıyordu. Can’ın dalgınlıkla elinden yere düşürdüğü kalemden bile düştüğünde ses gelmemişti. Bunda da şaşılacak bir şey yoktu. Çünkü İdah Hoca bu durumu da tebessümle karşılayıp şöyle demişti:
“Dostlarım şu an beni dinleyenler sadece siz değilsiniz. Nesneler de kolonlar ve kirişler de hakikatin hatırını gözetmek için söyleyeceklerime kulak kesilmiş durumda. Yere düşen kalemin bile düşerken sessizliği muhafaza ettiğini gördünüz. Bunda şaşılacak hiçbir şey yok. Hayatın olağan seyri. Hayat gürültülüdür, ölüm sessiz. En trajik ölüm bile öyledir. Ölümün hikâyesi hayata aittir kendisi bir başka dünyaya ait.”
İdah Hoca geri geri yürüyerek kürsüye yaslandı. Tüm sınıfın derin bir nefes almasını isteyip ilave etti:
Oksijen alınmış, karbondioksit verilmeyi bekliyordu. Kısa süre sonra alınan nefes bir tıkanmaya, oksijen yangınına dönüşebilirdi. Öğrenciler daha fazla dayanamayıp aldıkları nefesi kusarcasına geriye verdiler. İdah Hoca yeniden devreye girdi:
“Şimdi verdiğiniz nefesle öylece kalın, yeniden nefes almadan bekleyin!”
Öğrenciler boğulur gibi oldular ve karbondioksit çölünde oksijene kavuşur gibi anında yeni bir nefesi ciğerlerine çektiler. İdah Hoca olup biteni bir taraftan izlerken bir taraftan da önündeki kâğıda küçük küçük notlar alıyordu. Ölüm bilgisi dersi deney ve deneyimin yanı sıra böylesine uygulamalı atölye çalışmalarının bol olduğu bir dersti. İdah Hoca tahtaya alt alta iki eylem yazdı. Biri nefes almak; diğeri nefes vermek! Sonra dönüp öğrencilerine bu iki hayati eylemin aslında ne denli ölümle ilgili olduğunu anlatmaya başladı:
“Dostlarım! Nefes aldınız, bu yaşamak için işinize yarayan bir şey deneyimlemeniz gibi. Nefes bir kere alınır ve biter. Her nefes bir başka nefes için emanettir. Bu sebepten, aldığımız nefesi geriye vermek suretiyle bir başka nefese hazırlanıyoruz. Nefesi almanın da vermenin de sonu ölüme çıkıyor. Biz bunu hayat zannediyoruz. Aldığın nefesi veremediğinde ya da verdiğin nefesi alamadığında mevcudiyetin, adına ölüm denilen kayyuma devredilmiş olur.”
Konuşmanın tam burasında Hayati isimli öğrencinin kafası ziyadesiyle karışmış olmalı ki parmak kaldırıp söz istedi. İdah Hoca sözü Hayati’ye devretti. Hayati konuşmak için müsaade istemişti ama sormak istediği şeyi nasıl ifadelendireceğini bilmiyordu:
“Kıymetli Hoca’m, biz şimdi bu tünelin hangi ucundayız? Yani, şeyy…Burası, yani dünya, gittiğimiz yer mi yoksa geldiğimiz yer mi? Hayatın ana fikri nedir diye sorsam, size karşı küstahlık yapmış olur muyum?”
İçinde ne varsa hepsini güldü İdah Hoca, soru sahibi Hayati’nin yanına kadar giderek soruyu daha yakın örneklerle cevaplamaya koyuldu:
“Azizim Hayati, gelişimiz gidişe ayarlıdır şu eğreti dünyada. Bu sorunu oturduğum yerden pekâlâ cevaplayabilirdim, lakin yanına gelmeyi tercih ettim. Buraya senin yanına gelmeden evvel bana yakın olanlara göre ben “gittim” sayılırken kendi iradem ve özgür yönelişim itibarıyla bakarsam ben “geldim” sayılırım. Ölüm hayatın başına gelen bir şeydir. Şayet ölüm olmasaydı canlılığın ve dirimin başına hiçbir şey gelmemiş olacaktı. Bu aynı zamanda yolun da sözün de soruların da bitişi olacaktı. Bilmez misiniz Kur’an’ın Mülk suresinin 2. ayetinde ölüm hiyerarşide de protokolde de hayatın önündedir. “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” Ölüm hayattan önce yaratılmıştır, zira ilahi maksat bellidir: Ölümü, geçici dünyanın yalanını yüzüne vurmak için görevli kılmak! Hayatla ilişkimiz elimizle kolumuzla ilişkimiz gibidir. Bünyemize ait bu organlara o kadar alışmışızdır ki varlıklarını bile çoğunlukla fark etmeyiz. Ne zaman elimize, kolumuza bir zarar gelir, kesilir ya da yaralanırsa onların doğuracağı noksanlıktan yola çıkarak varlıklarını hissederiz. Doğal ömür seyri içinde bile böyledir; önce organlar ölür, sırasını savar sonra insanı dünyaya bağlayan bedeni ve vücudu (mevcudiyeti) yok olur.”
İdah Hoca, biraz dinlenip soluklanmak için öğrencileri lafa tutmak istiyordu. Az önce yine arka sıralardan birinin anlamlı ve bir o kadar da cüretkâr sorusuyla karşılaşmıştı. Öğrenci, İdah Hoca’ya; “İyi de Hoca’m, dünyayı terk etmek çok zor bir şey değil mi? Bunun kalabalıkları göçe zorlamaktan ne farkı var?” diye çıkışır gibi sormuş o da çok karşılaştığı bu sorulardan gına gelmiş gibi bir hâletiruhiye ile şöyle cevap vermişti:
“Sevgili gençler! Allah aşkına siz dünyayı ne zannediyorsunuz? Bırakılıp gidilmeyecek kadar vazgeçilmez olsaydı peygamberler, âlimler, zahitler gitmeyip hâlâ aramızda olurlardı. Dünyaya geliriz ama gitmek için! Bunu size ne kadar matematik gibi anlatmaya kalksam bir tarafı yine de eksik kalır. İyisi mi anladığını da anlayamadığını da herkes kendine anlatsın.”
Ölülerin öldükten sonraki hayatı üzerine tez hazırlayan Abdülbaki adlı öğrenci, hocası İdah’a, “Allah yolunda ölüme gidenlerin ölmeyi yaşamaya tercih etmelerini bir türlü anlayamadığını, bunun nasıl olduğunu” sordu. İdah Hoca bu soru üzerine Abdülbaki’ye takılmadan edemedi:
“Evladım, mezardakilerle söyleşi yapmaya kalkarsan tabii anlamazsın. Yaşayanların ölüme benzeyen hâllerini ve ölenlerin yaşamaya benzeyen durumlarını incelersen hakikat sana zahir, alışkanlıklarını mutlak doğru sandığında ise hayat sana zehir olur. Şu arz üzerinde milyonlarca insan var, hiç tanışmıyoruz. Bir başka yerde yaşasalar da bizim dünyamızda yaşamıyor gibiler. Şehitler de şahadet de her daim seninle konuşuyor ama sen onlarla konuşmuyorsun. Soruyorum sana, konuşmadığın biriyle nasıl anlaşabilirsin? Gerçek adım İdah değil Hâdi. İdah benim mecaz dünyamın etiketidir, Hâdi ise hakiki dünyamın istikbaliyle müsemma olan karşılığı. Lütfen şu hadise kulak verin: “Ölüp de Allah katında hayırlı bir mertebeye erişen kullar içinde, şehitten başka hiç kimse kendisine içindekilerle birlikte dünya verilecek olsa bile yeniden dünyaya gelmek istemez. Şehit, şehitliğin ne kadar üstün bir mertebe olduğunu gördüğü için, dünyaya dönüp bir kez daha şehit olmayı arzular.”