Düğünümüz vardı. Bu düğüne eş dost ve akrabalar davetliydi. Oturduğumuz yerde değil de geçmişte yaşadığımız, ana baba yurdu olan memlekette yapmalıydık bu düğünü. Öyle de yaptık. Yemyeşil dağları, kaplıcaları, mütevazı sıcak kanlı insanlarıyla, iyisiyle kötüsüyle bizim köyümüzdü burası. Gelenek ve göreneklerimize uygun bir kına töreni yapılacaktı. Çünkü biz kız evi, biraz da naz eviydik…
Düğün akşamı fevkalade bir şeyle karşılaştım. Düğünümüz vardı ama sanki başka bir düğün daha vardı. Sarı ve buruşuk çiçekli bir bitkiyi gösterdiler. Gelin, bakın dediler. Başına toplandık. Etrafı alaca karanlık basmıştı ve ezan okunuyordu. Bitkinin tomurcukları açılmaya ve içinden sarı sarı çiçekler kendilerini göstermeye başladı. Çiçekler gözümüzün önünde pıt pıt açılıyordu. Sanki bu pıt pıt açan çiçeğin de düğünü vardı. Her gün tekrarlanan bir seremoni. Binbir gece sürecek bir düğün… Pıt pıt, her gün akşam vakti, yeşil hırkasının içinde, sarı gelinliğini görünür kılmak için bir seremoni eşliğinde en güzel şekilde gösterisini yaptı, gören ve görmek isteyen gözlere. Saniyeler içerisinde değişime tüm duyu organlarımızla şahit olduk. Ben de ilk defa bu düğün günü pıt pıtın kendisiyle tanıştım ve çok etkilendim.
Gecenin ilerleyen saatlerinde farklı şehirlerden toplanıp gelenler olarak özlemlerimizi, sitemlerimizi konuşuyor ve düğünün kritiğini yapıyorduk. Oturmakta olduğumuz bahçenin çiçekleri ve hemen yanı başımızda bulunan sarı çiçekli pıt pıt, bize eşlik ediyordu.
Evin yakınında, ulu ağaçların olduğu ve etrafı taşlarla çevrilmiş bahçede, yer altında, sessiz bekleyenleri olan komşular vardı. Hiçbir söze, sohbete karışmadan orada öylece, dünya durduğu müddetçe beklemede idiler. Sessiz duruşlarıyla onlar da bizim görüş alanımızdaydılar. Görünürde kimsenin birbirinden haberi yoktu. Fakat görünmezde her şey dengeliydi.
Sarı bir çiçek; dört yapraklı ve sekiz boğumlu. Sormadan, kendisinden izin bile almadan, hayretler içinde ve sessizce onu izledim! Görevini yapıyordu elbette. Ben ve yanımdakiler, bir tefekkür anını canlı canlı yaşadık. Akşamın dua vaktinde, yeşil giysisini masum, bir o kadar da edep ve adap sınırları dâhilinde bir kenara bırakıp son derece itinayla pıt pıt sesiyle hazır duruşa geçti. Bu sarı gelin, bir dakika içinde bütün ihtişamıyla açıldı. Tüm aile ve misafirler öylece olup bitene odaklandık ve olanlara hayran kaldık.
Bizim için gün bitiyordu. Ama onlar için gece yeni başlıyordu ve dua vaktiydi. Dört yaprak, sekiz boğum toplanmış eteklerini salan pıt pıtlar, kendi zikirlerine başladılar. Yani her şeyin ortak olduğu bir zikir meclisine onlar da katıldılar. Her bir dalın tomurcukları, ahenkle katıldıkları bu yolculuğun içinde mutlu görünüyorlardı. Gece boyu açılmış çiçeklerin zikirlerine zaman zaman bizler de katıldık. İlerleyen saatlerde, bahçedeki kardeş akşamsefaları ve diğer çiçekler de bu zikirle hemhâldiler. Gecenin sabaha yakın saatlerinde gördüğümüz kadarıyla gece kuşları ve diğerleri de katıldı bu ahenge…
Sabah erken bir vakitti, dayanamadım indim yanlarına. Çiçekler aynı canlı ve heyecanlı görünümleri ve üzerlerindeki çiğ tanecikleri ile farklı bir boyutta idiler. Görmek ayrı bir güzel, duymak ayrı bir güzeldi bu güzelliği. Bahçenin tüm bireyleri lavanta, biberiye ve reyhan kendi özel kokularıyla destek verdiler bu geceye. Yanımızda, yöremizde henüz bitmemiş gecenin misafirleri vardı. Uyuyanlar, güne başlamak için uyanacaklardı.
Uyumuş olup bir daha uyanmayacaklar da vardı. Duyuyor olduğumuz ama görmediklerimizle yeryüzü tam bir bütünlük içindeydi.
Önce kuşlar başladı uyanmaya güneşle birlikte. Onlar da cik cik sesleri çıkarıyorlardı. Bugün güneş güne katılmaya gecikti. Sis kaplamıştı etrafı. Ama olsun, her bir canlı kendi dilinde ve yörüngesinde uyanıyordu. Arılar, sarı çiçeklerin gece boyu onlar için hazırladıkları taamları almakla meşguldüler…
Düğün vardı; gecenin sabahla günün de geceyle vuslatı. İsteyip dileyen herkes katılabilirdi. Fakat bu vakit oldu, henüz kimse uyanıp gelmedi. Gökte uçuşan kuşlar, işe gidenlerin ayak sesleri ve arıların çiçeklere kendi dillerinden teşekkürleri… Hiç uyanmayacak olan gecenin misafirlerinin sessizce kendi dünyalarına çekilişleri…
Sarı çiçeklerin bir gecelik ömürlerine şahit olduk. Güne başlarken dört yaprak, beş boğumluk kefenlerine sarıldılar ve hayata veda ettiler. Tek tek her biri pörsümüş ve kurumuş yapraklara döndüler…
Sabah bahçeye uğradığımızda, sarı çiçeklere ve kardeşleri akşamsefalarına sizlere bir soru sorabilir miyim, dedim.
Bu hayattan ne anladınız?
Çok şey, dediler. Geldik, gördük, tüm hazları aldık ve yaşadık bir gece de olsa…
İnsan ömrü de bir çiçeğin açıp kapanması gibi kısaydı aslında. Zaman ve mekân, kime göre ve neye göre… Zaman mı insan ömrüne, yoksa insan mı zamana ayarlı bilemedim. Pıt pıt akşam açan ve sabah kuşluk vaktinde biten o çiçeğin bir gecelik ömrü gibi miydi insan ömrü de?
Ben de geldim, gidiyorum, hâlâ sırrını çözemedim.
Bittiğinde belki bana da bir gün gibi gelecek ömrüm. Onu da bilemedim.