Gassan Kanafani’yi Okumak İçin 10 Sebep

Bir. 1936 yılında Akka’da dünyaya gelen Kanafani, 1972 yılında Beyrut’ta bir cinayete kurban gidene kadar onlarca kitap ve gazete yazısı yazdı. Gündeminde daima Filistin vardı. Dolayısıyla baktığı her yer ülkesinin bir parçası, yürüdüğü her yol ızdırapla hatırladığı çocukluğuydu. Hayatı işgalin gölgesinde geçti. Kısa sayılabilecek ömründe birçok kez sürgün edildi, arandı. Ailesinden, arkadaşlarından, dostlarından ayrı yaşadı. Bir gün özgür olacağını bildiği ülkesi için verebileceği son şeyini verdi: Canını. Oysa henüz otuz altı yaşındaydı. Kitaplarının bir kısmı yakın dönemde dilimize yeni edisyonlarla çevrildi. Büyük kısmı ise çevrilmeyi bekliyor. Filistin’e yapılan zulmün arşa çıktığı bugünlerde, yaşanan acıların birkaç seneye yayılmadığının kanıtı diyebileceğimiz bu eserler âdeta tarihî bir belge niteliğinde.

İki. Bütün öyküleri dört cilt hâlinde yayımlanan yazarın öykülerinin odağında Filistin var. Kanafani’nin Filistin’i ulaşılamayacak kadar uzak. Yine de tüm çaba ona biraz daha yaklaşmak için. Bütün ömrünü Filistin’in özgür bir devlet olması için tüketen bir yazar var yanı başımızda. Dünyanın bütün haksızlıklarını karşısına alıp keder ve sonsuz bir özlemle yola çıkmış gibi o. “Bir kardeşim var, efendim. Mülteci okullarında zilleti öğreniyor. Bir de başka bir memlekete gelin giden kız kardeşim var. Ne beni ne de babamı görme imkânı var. Bir erkek kardeşim daha var, efendim. O da henüz gitmenin nasip olmadığı bir yerde.”

Üç. Yazarın kahramanları silik yahut pısırık tipler değil. Aksine kendinden emin ve cesurlar. Yer yer kendi içinde umutsuzluğa düşen bazı kahramanlar uyarılıyor. Bu gibi yerlerde sanki yazar kendi kendiyle konuşuyormuş hissi oluşuyor. “Gazze’den ayrılırken hissettiğin bu küçük belli belirsiz duygu, içindeki devi uyandırmalı. O dev giderek büyümeli. Burada, bu iğrenç yenilginin enkazı arasında kendini bulmak için onu aramalısın.”

Dört. Şehir. Yazarın doğup büyüdüğü şehirden çok doğup büyüdüğü ülke özlemi fark ediliyor. Bu özlem onda mekân olarak bir ev hayaliyle tezahür ediyor. Çünkü ev, ülkeden çıkarılmanın ilk adıdır. Önce evinize veda edersiniz. Sonra şehir gelir sonra ülke. Bu sebepten yazarın hiç de azımsanmayacak kadar ev anlatısı vardır metinlerinde. “Evden uzaklaşırken aynı zamanda çocukluğumdan da uzaklaşıyorum. Artık hayatımız, sakince yaşamamız gereken, kolay ve keyifli bir şey değildi.”

Beş. Güneşteki Adamlar kitabı yazarın dilimize çevrilen tek romanı. Yolları Basra’da kesişen üç Filistinlinin Kuveyt’e gitmek için verdiği büyük mücadele anlatılıyor kitapta. Yazarın modern anlatıyı ne kadar ustaca kullandığını, modern tekniklerle metni nasıl durağanlıktan çıkardığını gördüğümüz en net fotoğraf burada duruyor. Tüm bu yenilikler onun büyük hikâyesine güç katıyor. “Şu son on yılda beklemekten başka bir şey yapmadın. Ağaçlarını, evini, gençliğini ve bütün köyünü kaybettiğini anlaman için koskocaman on yıl geçmesi gerekiyordu. Bu sürede herkes kendine bir yol açtı. Sen ise yaşlı, sefil bir köpek gibi çömelip kaldın evde.”

Altı. Yayınlanan ilk kitabı On İki Numaralı Adam ve yayınlanan son kitabı Adamlar ve Tüfekler arasında geçen süre on yıla yakın. Bu on yılda Kanafani’nin hayatında birçok olay olmuşken değişmeyen tek şey var: Sıkılan yumruk. Yazarın sıktığı bu yumruk yıllar içinde nasırlaşmış, sertleşmiş olsa da daima yumruğunu havada tutup Filistin meselesini gündemden düşürmemiş.

Yedi. Acının omuzlanışı. Acı hiçbir tanımı kabul etmeyen, insandan insana onu kabullenişi değişen bir olgu. Acı, değdiği her dalı kurutsa da dozu hafifleyip artsa da insana verdiği büyük hasar boğazda bir yumru gibi kalıyor. Yazar bu hasarı, öykülerdeki kahramanların dilinden anlatıyor. “Annesiyle birlikte küçük kasabaları Lod’dan çıkarıldıktan sonra su kuyusunun başına geldiklerinde annesi susamıştı. Kuyunun ağzı, suyu içip hayatta kalmak için fırsat kollayan yüzlerce kadın ve erkekle dolup taşmıştı. İnsanlar, sefil bir adamın ısrarla ayrılmaması yüzünden itişip kakışıyordu. Çamurlu suyla yanına döndüğünde annesi ölmüştü.”

Sekiz. Yazar, kendi hayatından ilhamla yeni bir inşa süreci başlatıyor. Bu yeni durumda en etkili figür olarak baba ön planda. Çünkü baba ailedeki gücün adıdır. Eğer baba kaybedilmişse aile güçsüzleşir. Tıpkı bir devlet gibi. Devletini, ülkesini kaybeden insanlar gidecek bir devlet yani aile ararlar. Bu sebeple yazarın baba hayali tüm öykü toplamında göze çarpar. Güçlü, kendinden emin ve ailesini koruyabilmiş bir baba figürü karşımızdadır.

Dokuz. Filistin’in tarihsel süreçteki konumu, İsrail’in ülkeyi çevirdiği enkaz öykülerde işlenirken dikkat çekilen en önemli hususlardan biri, insan muhayyilesi. Olup biten her şeyin insanlarda bıraktığı o tortu. Yazar bizzat yaşadığı olayları bir gazeteci gibi ham hâlde aktarmak yerine estetik bir zeminden sesleniyor okuruna: “Bir Filistin vardı, bir Filistin yine var.”