Tarihî Kemeraltı Çarşısı’nda dolaşırken, Hisar Camii’nin önünde bir süre soluklandım. Çeşit çeşit taşlardan yapılmış tespihleri inceledikten sonra sağdaki sokağa döndüğümde bir aktar görünce sevindim. Aradığımı bulmuş olmanın verdiği keyifle aktarın önündeki tezgâhı gözlerimle taramaya koyuldum. Sabunlar, envaiçeşit şifalı otlar, baharatlar derken annemin almamı istediği kınayı görünce tebessüm ettim. Yanına yaklaşınca etrafa yayılan kokusu burnuma ulaştı ve hayatımın koridorundan geçmişe bir kapı aralandı. Büyük bir özlemle o kapıyı açtım ve koşar adım içeri girdim.
Dokuz ya da on yaşındaydım. Aylardan kasımdı. “Teyzem gelin oluyor.” diyerek kuzenlerimle, köydeki anneannemizin evinin avlusunda koşuşturuyorduk. Hatıralarımın arasından çıkıp gelen gün, ışıldıyordu. Güneş bütün varlığıyla ısıtıyordu minik bedenlerimizi. Hava soğuk olmasına soğuktu ama biz koşup durduğumuz için soğuğu hissetmiyorduk. Anneannem bize seslenerek sıraya girmemizi söyledi. Akşam ayaklarına dolanmayalım, biz de istiyoruz demeyelim diye ellerimize kına yakacaklarını söyledi. Hem de çitme kına! Şimdiye kadar avucumuza kına kondurdukları olmuştu fakat çitme kınayı ilk defa yakacaklardı. Nasıl da heyecanlanmış nasıl da mutlu olmuştuk. O zamanın şartlarında çitme kınadaki şekli eski kasetlerin bantlarından keserek veriyorlardı. Küçük teyzem çok sevdiği şarkıların olduğu kaseti ablası için feda etmiş olsa da bantların parçalara ayrılışına içli içli bakmayı da ihmal etmiyordu. O yaşlarda, sevdiğin biri için gözün gibi baktığın bir eşyayı feda etmenin ne demek olduğunu bilmiyordum tabii…
En büyük torun olarak ilk sırada yerimi almıştım. Annem, bantları parmaklarıma dolayarak şekil verdi. Anneannem de kınayı büyük bir özenle yerleştirdi. Benimle işleri bittiğinde, ellerimde artık giyilmeyen çoraplarla ayağa kalkmıştım. Özenle bir yer seçip oturdum. Hiç hareket etmek istemiyordum. Zira kımıldarsam bantlar kayar ve kınalarımın şekli bozulurdu. Sırayla bütün kuzenlerime kına yakılınca içeri geçip sobanın başında kınalarımızın kurumasını bekledik. Sabahtan bu işe başladıkları için öğle vakti geçtikten sonra kınalarımızı yıkadılar. Sobanın başında beklememiz işe yaramıştı. Kınalar dökülüp de parmaklarımız ortaya çıktığında hepimiz sevinçten havalara uçuyorduk. Şekilli kınalarımız, kıpkırmızı parmaklarımız, avucumuzdan yayılan kınanın mis kokusu…
Son bir işlem kaldığını söylediler. Zorunlu değildi fakat buna karar verirsek kınalarımız daha parlak görünecekti, kırmızısı belirginleşecekti. Tabii hemen onun için de sıraya girdik. Ama bilmediğimiz bir şey vardı, bu işlem esnasında biraz parmaklarımız yanacaktı. Çünkü güzelleşebilmemiz için ellerimize kireç süreceklerdi! Büyük bir heyecanla oturduğumuz yerden avuçlarımızdaki yangınla kalkmıştık. Sanırım ilk o zaman anlamıştım güzel bir şeye ulaşabilmek için bedel ödenmesi gerektiğini. Yine de çektiğimiz acıya değmişti doğrusu. Parmaklarımız daha parlak, şekillerimiz daha belirgin, kınalarımız göz doldurucuydu. Akşam olup da küçücük evin küçücük odasında teyzemize kına yakılırken, biz etrafında dolanıyor ve çalan müziğe eşlik ederek parmaklarımızı gösteriyorduk…
Aktarda çalışan kişinin; “Kına almak ister misiniz?” diyen sesiyle kendime geldim. Mazideki yolculuğum son bulduğu için biraz üzüldüm. Yine de zaman içinde zaman açılıp o yolculuğa çıktığım ve ellerimdeki çitme kınaları anımsayabildiğim için -tabii o günleri yaşayabildiğim için- şanslı sayıyordum kendimi. Annemin siparişini alıp dönüş yoluna geçtiğimde poşetten yayılan koku hâlâ benimleydi ve bana çocukluğuma dair bir pencere açtığı için şükranla dolmama vesile oluyordu.