Edebiyatın Ramazanı

suavİ kemal yazgıç

Edebiyat, hayatın dille inşasıdır. Dil hayatı, hayat dili inşa ederken kesişme noktalarından biri de edebiyattır. Hayata dair her şeyle ilgilenir edebiyat. Gelişiyle gündelik hayatımızı yeniden tanımlayan ve alışkanlıklarımızı ters yüz eden ramazan ayının elbette edebiyatta bir karşılığı var. Klasik edebiyatımızda “ramazanname” yahut “ramazaniye” adıyla bir türe isim veren bu ay, günümüz nesrine damgasını vuran yazarların kalemlerine de ilham kaynağı oldu. Biz de onların kalemlerinden geçmiş ramazanların şimdikinden farklarını ve ortak paydalarını okuma fırsatı bulabiliyoruz. Ramazan ve oruç elbette değişmiyor. Ancak oruç tutan insanlar değişiyor, on bir ayın sultanını yaşama pratikleri aynı kalmıyor, ramazan ayının kültürümüze etkileri farklılaşıyor.

Ramazan elbette kendi kurallarıyla gelir. İnsanı, diğer on bir aydaki konfor alanından çıkartır. Dolayısıyla kendi kurduğu atmosferde nefsimizi terbiye eder ramazan ayı. Biz bu ay vesilesiyle konfor alanımızdan çıkınca eşyaya olan köleliğimizden nasıl kurtulacağımızın, özümüzün nasıl gürleşeceğinin yol haritasını sunar bu ay. İnsanın kendi içindeki değişmeyen özünü yeniden hatırlaması için konfor alanından çıkması şart. Sezai Karakoç, Samanyolu’nda Ziyafet adlı kitabında orucun ajandamızı değiştirmesinin anlamını şu cümlelerle ifade eder: “Gündelik alışkanlıklar terk edilmiştir. Özge bir oluş ile gün başlar. Yücelten anlamın ışığında vakit daha bir kıymet kazanır. Zaman ve eşya gerçek anlamına kavuşur. İnsan bu değişikliği gün içinde derinden duyar.”

“Biz oruç tutuyoruz oruç da bizi tutmalı, oruç da acıkır.” diyen İslam medeniyet tasavvurunun merhum şairi Sezai Karakoç, “İnsan ve Oruç” şiirinde orucu bir diriliş muştusu olarak, bir armağan olarak anlatır:

“Oruç, ruhun sesi gelir her yıl

Gümüş topuklarını dokundurur kalbimize

Vücut dönmeğe başlar bir tapınağa kurban gibi

Yapılır örtülür uçurumları yakan dualardan

Ten ruhun avuçlarının içinde

Hilkat günlerinin yeniden oluşun terlerini döker

İnsan gecesini değiştirir gündüzüne erer

Bir mevsime döndürür zamanı hiç değişmeyen

İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı

Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri

Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır

Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden

Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslam baharı

Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından

Kevser içir, âbıhayat boşalt kristal bardağından

Susamış ufuklara insan kalbinin ufuklarına”

Oruç tevazu ayının ibadetidir. İnsanın doğasına yaklaştığı bu ayda başka bir iftar tavsiye ediyor Arif Nihat Asya. Şair, kapsayıcılığını âdeta bütün tabiatta hissettiği orucunu “karla” açtığı şiire döküyor:

“Ey karlı köyüm, beyaz köyüm hûr yayla,

Bir gün ki oruçluydu yamaç, dam, tarla

Yoldaydım uzakta okunurken ezanın,

Bir dağ tepesinde iftar ettim karla.”

Ramazan niçin sevilir? Cevabını Yakup Kadri Karaosmanoğlu yazıyor. Ramazan ayının “büyümenin”, “olgunlaşmanın” alameti olmasını büyüyen bir çocuğun gözünden anlatıyor yazarımız. O, hatıralarını yazdığı Anamın Kitabı’nda ramazan ayını niçin sevdiğini şu sözlerle ifade eder: “Ben Ramazan’ı yalnız yarı bir tatil ayı olduğu için değil, ben Ramazan’ı yalnız buram buram simit ve pide kokan akşamları için değil; ben Ramazan’ı yalnız iftar sofraları, sahur hoşafları, davulu, topu, Karagöz oyunları ve sabaha kadar ışıl ışıl ışıldayan minareleri için değil; bana büyükler arasına karışmak fırsatını veren vaazları ve teravih namazları için de severim. Bunu hak etmek gayretiyle çok defa büyüklerle oruç tuttuğum, bazen de birtakım şer-i hilelere başvurup oruçlu göründüğüm olurdu. Sahur yemeklerini hiç sektirmezdim…”

Yahya Kemal Beyatlı… O, insanın oruca; orucun da insana açlığının giderilmediği hâlleri anlatan bir şiir yazmıştır. Bu şiir, içinde anlamlı bir teselli de barındırır:

“Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.

Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı

Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.

Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;

Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:

Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;

Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.”