Genellemelerin, vasatlığın, aynılığın, Heideggerce söylersek hergünkülüğün cehenneminde yaşıyoruz. Sabahlar belli, akşamlar belli. Yapılacak, yetiştirilecek işler, gidilecek mekânlar, izlenecek diziler, okunacak kitaplar bile bellidir. Yollar, hep aynı caddeler, sokaklar… Daralan, sıkışan, tekrarın cehennemindeki ve fakat bu tekrardan bir ritüel çıkaramayan modern (modernist mi demeliyiz) insan.
Sürprizler oldukça azalır. Hatta sürpriz istemiyoruzdur. Akşamları huzuru bozan bir misafir, ansızın çıkagelen bir hastalık, çocuğun biten ilacı, bozulan bir musluk… Bunlara alışkın değiliz. Diziler uzun, filmler sıkıcı, kitaplar tuğla gibi. Hergünkülüğün içinde alışılagelen zaman da yok artık. Zaman, asla ele geçmeyen bu büyülü tılsım, bütün sihri ile kaybolmuştur. Onu ölçecek bir alet yok artık. Zaman ne saate ne takvime sığmaktadır. Chul Han’ın dediği gibi “zamanın kokusu” kaybolmuş. Çözülen, dağılan bir geçiş, bozuluş artık zaman.
Dünya da hergünkülük içinde artık tecrübe edilmeyen bir varlığa dönüşüyor. Hayret, merak, tecessüs edilecek bir dünya yok artık. Ekmeğin tadı, yazın ışığı, akşamın kederi eskilerin esatiri olmuş.
Ana yolda bir sorun var. Bütün düzenler ve hakikatler sarsılıyor. Bilindik düz yollar ve kısa yollar çalışmıyor. Amerikan sistemi de yerine talip olan Rus veya Çin sistemi de onurlu ve huzurlu bir gelecek vadetmiyor. İlerlemeci bir anlayış çerçevesinde insanlığın en olgun çağlarından olması gereken XXI. yüzyılda İsrail’in Filistin’de, Gazze’de yapmış olduğu vahşet ötesi soykırımı nasıl anlamalı, nasıl anlamlandırmalı? Yahudilerin daha 80 sene önce yaşadığı vahşet yine Yahudi eliyle Gazzellilere yaşatılıyor. Buradan çıkarılacak en önemli ders, insanın hiç ders almadığı, ilerlemediği ve olgunlaşmadığıdır.
İslam dünyası... İslam dünyası diye yekpare bir yapı var mı gerçekten? Böyle bir bütünden, birlikten, eskilerin deyimi ile Pax’dan söz edilebilir mi? Bu hüzünlü ve büyük bir hikâye. Yaklaşık üç yüz, beş yüz senelik hüzünlü ve büyük hikâye. Filistin’de, Afganistan’da Suriye’de olanlara bakarak bu acı hikâyenin devam ettiğini görüyoruz.
Ana yolda bir sorun var dedik. Evet, dünya sistemi çalışmıyor. Bilindik tüm ana ve ara güzergâhların işlemediği durumda ne yapılacak? İşte kadim patika düşüncesi bize yol gösterecek. Patika keçi yolu demek. Keçilerin dağ yollarında açtığı yürüyüş yolları… Dağda, yabanda mahsur kalanlar patikalarla kendini kurtarırlar. Herkesliğin ve hergünkülüğün, vasatlığın, bilinen tüm ana yolların cehenneminden kurtulmak isteyenler, patikaların selamete çıkaran ancak zorlu, sert ve küçük yollarına kendini vurmak durumundadır.
Şövalye, Samuray, Feta
Esasında sinema bilindik anlamını kaybedeli bir hayli zaman oldu. Özellikle 2000 sonrası yükselen fantastik ve süper kahraman film enstitüsü, Martin Scorsese’nin deyimiyle sinemanın tabutuna süper çiviler çaktı. Efektlerle, dipsiz fantastik kurgularla, popüler kültüre ve tüketime yönelik basit zevklerle sinema 20. yüzyıldaki sanatsal niteliğini kaybetti diyebiliriz. Bir kavram olarak sinema bitti ama somut olarak sinema salonu da yok olmanın eşiğinde. Sinemanın yerini yeni bir anlayışla yeniden üretime sokulan dizi sektörü aldı. Diğer taraftan büyük stüdyolar, dijital online platformlara döndü. Aslında bu platformlar arada fena işler de çıkarmadı değil. The Wire, Office, True Detective, Game of Thrones, Black Mirror gibi önemli ve dikkat çekici yapımlar var. Bunlardan biri de menşei karmaşık bir animasyon; Blue Eye Samurai.
Sinemanın ölü zamanlarında bu yapım taze nefes gibi geldi. Animasyonda, Japonya’da dünyaya gelen babası Batılı, annesi Japon mavi gözlü bir çocuğunun hikâyesi anlatılıyor. Japonya, XVII. yüzyılda, Edo döneminde bir süreliğine kapılarını açar yabancılara. Sonra bilindik Japon kaprisleriyle kapılar kapanır. Bu arada evlilikler yoluyla bir sürü melez çocuk dünyaya gelir. Bu çocuklara tutucu Japon gelenekleri hoşgörü ile bakmaz. Çoğu yok edilir. Batılı babasından mavi gözlerini alan kahramanımız da böyle bir kaosun ve vahşetin içinden geçer. Düşünsenize mavi gözleriniz var ve Japonya’da kendinizi saklamaya çalışıyorsunuz. Dışlanmış bir şekilde kör bir kılıç ustasının yanında bir samuray olarak yetişen kahramanımız kendi hikâyesinin ve kötücül (Batılı) babasının peşine düşer. Uzak doğuluların çok iyi işlediği bir intikam hikâyesi var karşımızda. (Oldboy, Lady Vengeance, İnternal Affairs ilk akla gelenler.) Animasyon, içeriği yanında anlatımı, incelikli işçiliği ve üslubu ile de ilgiyi hak ediyor. Bu arada Japonya’nın son derece karmaşık kültürel iklimini de tanıma fırsatı sunuyor. Tabii film boyunca Japon kült ve epik sinemasının ustalarına da saygılar sunuluyor. Özellikle Akira Kurosava’nın Yojimbo ve Sanjuro filmlerine.
Ama benim bu yapımı bu kadar sevmemin asıl nedeni Batı kültürü ile Japon kültürünün karşılaştırılması oldu. Japonların gözünden Batılılar ve eser miktarda Batılıların gözünden Japonlar. Film bu konularda verdiği cesur ve sert mesajlarla da dikkat çekiyor. Japon kültürünün nüfuz edilemezliği ve karmaşıklığı da film boyunca bize eşlik ediyor. Samuraylar her zaman ilgi çekici tipler oldular; tıpkı şövalyeler gibi. Bunların arasındaki ilişki evvelden beri kafamı kurcalayan bir meseleye dönüştü. Ve bu kavramlara Arap-İslam kahraman tipi olan “Fetâ” eklendi. Fetâ, İslam geleneğinde çok önemli bir kavram olan fütüvvet’e kaynaklık eden derin bir kelime; genç, delikanlı, yiğit, cömert kimse demek. Hem İslam öncesi Arap toplumunda kökleri var hem İslam sonrası özellikle tasavvuf geleneğinde önemli bir yeri var. Bizce Arap asabiyesiyle ilgili olarak fetâ, Batıdaki şövalyeliği ve Japonya’daki samurayları çağrıştırmakta.
Başlı başına ayrı bir yazı hak eden samuray, şövalye, fetâ üç farklı dünyada, gelenekte yer bulmuş üç önemli kavram, karakter, tip. Bir Orta Çağ kurumu olan ve o çağa ruhunu veren şövalyelik, Japonya’da samuray olarak karşımıza çıkar. Ve İslam dünyasında bunun karşılığı fetâ’dır. Genel anlayışların ve kabullerin dışında kendi yollarını patikaların açan bu tipler kendi zamanlarını ruhunu, kurallarını ve etiğini de oluştururlar.
Bir Kitap: Japon Edebiyatının Zevki
Johan Huizinga Ortaçağın Sonbaharı isimli önemli ve göz alıcı kitabında şövalyeliği etik ve estetik yönleriyle inceler. Ona göre Orta Çağ’da her kurum kendi kültürünü oluşturmaktadır. Şövalyelik de kendi çağının kurumlarının ürünüdür. Aynı şekilde bir asabiyet (aile, klan) kültürünün son derece önemli olduğu Arap toplumlarında “fetâ” kurumu da bu sınıfsal veya aristokratik düzeneğin bir sonucu olarak vardır. Yine feodal bir geçmişi bulunan Japonya’da samuraylar bu feodal düzeneğin bir sonucu olarak var olabilirler. Şövalyeler gibi samuraylar da bir feodal beyin yanında yörüngesinde hayat bulabilirler. Hatta beyini kaybeden samuray artık başıboş bir serseri (ronin) olarak kabul edilir. Bu duruma düşmek, efendisini kaybetmek o kadar aşağılayıcı bir durumdur ki ronin buna dayanmaz ve seppuku eylemi yaparak intihar eder. Buradaki sorunlar son derece sıkı ritüellerin uygulanmasından ibarettir. Samuray olsun, şövalye olsun, fetâ olsun çağının değerlerini yaratan grup veya sınıflardır. Onur, şeref, cömertlik, cesaret gibi değerlerdir bunlar. Orta Çağ kurumları olarak bu sınıflar kendi ahlak ve değer sistematiğini oluşturmuşlar, tüm Orta Çağ’a hâkim rengi vermişlerdir. Esasında bütün olan bitenlerin arkasında toprağa dayalı bir tarım toplumu vardır. Tarım ve toprak toplumu, feodal düzeneği, feodal düzenek de zümreleri oluşturur; aristokratlar, din adamları, şövalyeler ve serfler.
Peki, bizim tarihimizde bunlara Alp/Alperen tipini eklemek mümkün mü? Klasik Türk geleneğinde son derece önemli bir kurum olan alperen grupları kültür hayatımız açısından ve tip yetiştirmek açısından son derece önemli olmuşlardır. Yiğitlik, cesaret, cömertlik gibi değerleri taşıyan ve üreten alp tipi, beyin yanında, savaşlarda, hassas görevlerde önemli görevler almış, belli dönem kültürel kodların taşıyıcıları olmuşlardır. Bu önemli ve karmaşık kurum, kavram ve düzeneklere daha sonra yine değineceğiz, şimdilik işi tadında bırakalım.
Söz Japonya’dan açılmışken Japon kültürü üzerine çok iyi bir kitap yayımlandı. Japon Edebiyatının Zevki adlı kitabın yazarı Amerikalı bir Japon kültür uzmanı Donald Keene. Kitap, patikamıza konuk olacak ayrıntılar, zenginlikler ve kışkırtıcılıklar vadediyor elbette. Zaten baştan sona farklı bir kültürel düzen yaratan Japon kültürünün özellikle edebî ve estetik tarafına ışık tutuyor. Kendi medeniyet havzasının (Asya havzası) dahi dışında bir kültürel aykırılık yaşayan Japonya’nın bu farklılıklarının tarihsel dinamiklerinin peşinde iyi de bir zemin yakalıyor.
Yazar, Japon geleneğinde estetik farklılığı dört temel üzerinden inşa ediyor. İma, düzensizlik, sadelik ve bozulabilirlik. Evet, hayli ilginç başlıklar, alışageldiğimiz estetik kategorilerine benzemiyor doğrusu. Bu başlıkları Japon estetiğinin temeli olarak sunan yazar zengin örneklerle Japon kültür ve edebiyatını çözümlemeye çalışıyor. Aynı farklılığı ve tuhaflığı Chul Han’ın Çakma kitabını okurken de yaşamıştım. Uzak Doğuluların veya Batı dışı toplumların kültür, estetik veya savaş gibi konularda farklı yaklaşımlarına dünyanın gerçekten ihtiyacı var. Dünya, her toplumun aynı konularda yaşadığı farklılıklarla zenginleşiyor. Sadece Batı geleneği içinde dünya tecrübesi ve fikrini takip etmek ne kadar sıkıcı ve aldatıcı.
Benim dikkatimi çeken önemli bir husus da yazarın bu eleştirel çözümlemelerine kaynaklık ettiğini söylediği bir klasik Japon eseri oldu. Kenzo isimli bir yazarın Aylaklık Üzerine Denemeler adı verilen bir Japon klasiği… 1500’lü yıllarda yazılan bu denemeler yazara göre Japon kültürünün ve estetiğinin başyapıtı niteliğinde. Açıkçası kitabı çok merak ettim ama maalesef Türkçede izine rastlamadım. Okuyucu Japon Edebiyatının Zevki’ni okuyunca bana hak verecek, Aylaklık Üzerine Denemeler’in peşine düşecek…