Bana bir iyilik yap da şu soru üzerine biraz düşün:
Kötülük olmasa senin iyiliğin ne işe yarardı
ve gölgeler kaybolsa dünya nasıl görünürdü?
Mihail Afanasyeviç Bulgakov
Her birimiz ölünceye dek ayaklarımızın ucunda birer gölge taşırız. Gölgeler, içimizin en karanlık, göz ilişmeyen yanları gibi sürünürler ayaklarımızın ucunda. Dokunamayız ona ve var mıdır kaçabilen gölgesinden? Işık yükseldikçe tepemizde, küçülür gölgemiz. Işık çekildikçe silikleşir, uzar. Yoktur gölgesini dikkatle seyredenlerden başka anlayabilen, gökteki ışığın yoğunluğunu. Gölge ışığın içindedir ve ışık gölgenin içinde dağılmış olarak sürdürür varlığını. Biri eksikse fazladır mutlaka diğeri ki böylelikle tamamlar birbirini; ışık ve gölge. İnsan, ışığın ve gölgenin tamamladığı bir bütündür. Bir ağaç gibi yükseğe, gökyüzüne, ışığa çıkmak istedikçe dalları, bir o kadar kuvvetle toprağın altına, derinlere, karanlığa uzanır kökleri. Evet, ışık ve gölge; birbirinin eksiği ve fazlası olarak evrendeki o büyük uyumun içinde bütünler birbirini, iyilik ve kötülük gibi. Size ışığın ve gölgenin mücadelesini ahenkli bir dansa, renkli bir karnavala dönüştüren birinden bahsedeceğim şimdi; ironinin sivri dilli mistik yazarından, Mihail Afanasyeviç Bulgakov’dan.
Yeşil abajurlu lambalar, şamdanların dallarında yanan mumlar, tıkırtılı duvar saatleri, içine güller konulmuş bir vazo ve üzerinde, sayfaları açık Faust duran bir piyano… Goethe’nin hayatı boyunca bittiğine inanmadığı, kapatamadığı o eşsiz eser, Faust… Onu, çocukluk anılarında piyanonun üstünde açık hâlde hatırlayan Bulgakov için de hayatı boyunca kapanmayacak belki de tek kitaptır o. Öyle ki kız kardeşi ondan geriye kalan eşyaların içindeki biletleri saydığında tam kırk bir kez “Faust” operasına gittiğini fark eder Bulgakov’un.1 Faust Bulgakov’un eserlerindeki motiflerin kaynağı ve hiçbir zaman ardında bırakamadığı çocukluğudur bir bakıma. Bu yüzden hayatımın kitabı dediği Usta ve Margarita romanının başkahramanı Woland, Faust’un içinden çıkıp gelmiştir âdeta ve roman Faust’tan alınan şu cümlelerle başlar: “Faust: Yani, kimsin sen, nihayetinde? / Mephistopheles: Ben, sonsuza dek kötülüğü isteyen ve sonsuza dek iyilik yapan o gücün bir parçasıyım.” İyi ve kötü. İyiliğin ve kötülüğün evrenselliği. Ya da iyiliğin ve kötülüğün birbirini tamamlayan bir aynanın iki yüzü olması: İşte Bulgakov’un zamanla hayat felsefesi hâline gelen o derin düşünce. Peki, çağını aşarak bugün dünyaya ironik bir gözle bakmanın “Bulgakovesk” olarak tanımlanmasına neden olan Bulgakov kimdir?
Bir din adamının oğludur Bulgakov ama çalışma hayatına bir doktor olarak başlar. Okulu bitirmesi Birinci Dünya Savaşı’na denk gelen bu genç doktorun ilk görev yerinin küçük bir köy hastanesi olması onun ileride bir yazara dönüşmesinde büyük rol oynar. Ülkenin en ücra yerlerinden birinde halkın en çıplak hâliyle yakından karşılaşmak, bir hastaya ulaşabilmek için sıkıntılı yolculukları göze almak, riskli doğumlara şahit olmak hayatı boyunca şehirde yaşayan dahası şehir merkezlerini seven bu genç doktorun içinde bir “korku”nun kök salmasına sebep olur. Ruhunda dehşetli izler bırakan, yaşamının doktorluk yıllarına dayanan trajik ve dehşet verici anıların tetiklediği bu korku, birinin hayatını kurtarmaya çalışırken ya onu öldürürsem, korkusudur. İçinde bu korku gittikçe dallanıp budaklanan Bulgakov dört yılın ardından doktorluğu bırakır, kendini edebiyata adar. Asıl zor olansa hayatının geri kalanıdır. “Ah, neden doğmak için bu kadar geç kaldım! Neden yüz yıl önce doğmadım sanki.”2 dediği günler tam da o zamanlarına rastlar.
Bulgakov da devrimi, kargaşayı yakından yaşayan birçok çağdaşı gibi Stalin’in yönetimi altında zorbalıklara ve baskılara maruz kalır. Devlet tarafından sürekli gözetim altında tutulan, yaşamı boyunca yazıları ve düşünceleri yüzünden eleştirilen, eserleri sansürlenen, dönemin yazarlar birliği tarafından dışlanan hatta yok sayılan, o buhranlı günlerde Stalin’e yazdığı mektuplarda gönüllü olarak yurt dışına sürülmeyi talep eden ama ülkeyi terk etmesine izin verilmeyen, parasızlığa, açlığa mahkûm edilen Bulgakov, bu yükün altında ezilse bile ölene dek sansürlerin ve müdahalelerin karşısında durmaktan taviz vermez. Hayatı tedirginlik ve baskı altında nefes almaya çalışmakla geçse de intihar eden, kalemini bırakmayı seçen yahut çocuk kitapları yazmanın, çeviriler yapmanın güvenli limanında tekrar özgürce yazabilecekleri o günü bekleyen çağdaşı yazarların aksine -en az onlar kadar korksa da- mecbur bırakıldığı her şeye büyük bir dirençle karşı çıkar. Karısının tabiriyle “Bulgakov’a benzer hiçbir karakter görmedim. Onu bükmek mümkün değildi, içinde öyle çelik bir yay var ki hiçbir güç onu bükemezdi, eğemezdi, hiçbir zaman…”3 Bulgakov’un elindeki kalemi kimse eğip bükemez. Kimi zaman itibarı yerle bir edilmiş ve zulme uğramış her yazar gibi buhran anında “…kendi ellerimle şeytanla ilgili romanın müsveddelerini sobaya attım.” diyerek yazdıklarını yakarak kimi zaman, “Sonra ne olacak, diye soruyorsun. Bilmiyorum. Muhtemelen masamın bir gözüne ya da oyunlarımın cesetlerinin gömülü olduğu dolaba kaldıracak, arada sırada anımsayacaksın.”4 diyerek, parasız kalacağını bildiği anlarda bile hatta, cesurca yazmaya devam eder. Çünkü Köpek Kalbi kitabının unutulmaz kahramanı Köpek Şarik’in dediği gibi, ne zaman olursa olsun “…ölmek için daha erken, umutsuzluk ise kesinlikle günah.” Çünkü Usta ve Magrarita’nın unutulmaz kahramanı Woland’ın dediği gibi: “En korkunç kusurdur korkaklık.” Bulgakov’un yapamadığı tek şey ise dostları tarafından söylenen kötü sözleri ve basında çıkan dedikoduları umursamamayı başaramamasıdır. Onu yaralayan bu hakaretleri hatta küfürleri itinayla bir defterde biriktiren Bulgakov zaman içinde yazar çevresi ve dostları da dâhil herkesten uzaklaşarak, “bu o kadar berbat ve mide bulandırıcı bir şey ki bacağımı kesmelerini tercih ederim” dediği yalnızlık korkusuna rağmen kendini yalnızlığa mahkûm eder. Onu teselli eden tek şeyse ölümüne kadar üzerinde çalıştığı romanının el yazmalarıyla uğraşmaktır.
Usta ve Margarita. Bulgakov’un, müsveddesinin kenarına “Ölmeden önce bitir.” diye not düştüğü ama ölümüne yakın bile bittiğine inanmadığı gün batımı romanı. Hayatının son on iki yılı boyunca bazen umutsuzca ama bıkmadan suladığı, ancak o öldükten sonra açan çiçek. Ölümünden yirmi altı yıl sonra tefrika edilen, yayımlandığı gün derginin tamamen satılmasını hatta birçok kişinin derginin sonraki sayıları için önden abone olmasını sağlayan, Bulgakov’un hayatını her yönüyle bir tiyatro sahnesinde sergiler gibi sergilediği; kahramanları, mekânları, atmosferi tamamen onun dünyasından olan, ironik bakış açısını ve felsefi derinliğini yansıttığı ölümsüz roman.
Birbirine paralel ilerleyen iki hikâyeden oluşan romanda hikâyenin birinde Kudüs’te yaşayan Yeşua’nın yani Hz. İsa’nın idama götürülüş öyküsü anlatılırken diğer hikâyede Moskova’ya gelen Şeytan Woland ve arkadaşlarının burada geçirdikleri birkaç gün içinde şehirde ve çevresinde yaşanan esrarengiz olaylar anlatılır. Bulgakov iki katmanda ilerleyen bu iki ayrı hikâyeyi anlatırken elinde gizemli bir ayna tutar. Aynanın bir yüzüne binlerce yıl önce Kudüs’te az bir para karşılığında en yakınındakilerden biri tarafından ihanete uğrayan Yeşua’nın içinde yaşadığı ahlaktan yoksun, yozlaşmış toplum yansırken diğer yüzüne yirminci yüzyıl Moskova’sının yozlaşmış, materyalist toplumu yansır. Lükse, şatafata, paraya ve makama düşkün yöneticiler, aristokratlar, birbirini ispiyonlayan açgözlü insanlar, ahlaki değerlerin yok olduğu maddeci, düzenbaz, yalancı bir toplum... Aynanın her iki yüzüne yansıyan görüntü arasındaki tek fark aradan geçen binlerce yıllık zaman ve değişen yüzlerdir. Bir tarafta Nasıralı İsa’yı söyledikleri çıkarlarına ters düştüğü için ölümle yargılayan yozlaşmış bir halk, diğer tarafta ise Nasıralı İsa’nın aslında hiç yaşamamış olduğunu düşünen, hatta Tanrı’nın varlığına inanmayan materyalist bir toplum. Bulgakov, binlerce yıl önce bir uyarıcı ve iyiliğin temsili olarak Nasıralı İsa’nın gönderildiği hikâyenin paraleline, -bir ironi olarak- yirminci yüzyıl Moskova’sına Şeytan Woland’ı yani kötülüğün temsilini maskeleri düşüren bir uyarıcı olarak koyar Usta ve Margarita’da ve aslında der ki: Bu çağın insanlarını uyarmak şeytana düşmüştür. Oysa her şeyi bildiğini sanan bu ateist entelektüeller arasında şeytan bile azaptadır.
Romanda birbirinden bağımsız gibi ilerleyen bu iki hikâye aynı aynanın farklı yüzleri olarak aynı şeyi yansıtır, aynı noktada kesişir ve bu kesişim yani romanın çekirdeği, Bulgakov’un hayatındaki derin felsefenin özüdür: İyiliğin ve kötülüğün çağları ve mekânları aşan evrenselliği.
Işık ve gölge. Düzen ve kaos. İyilik ve kötülük. Birbirinden doğan, birbirini doğuran, birbirini eksilten ve birbirini çoğaltan, tamamlayan o bitimsiz mücadele, o ahenkli dans. Kant’a göre bütünün içinde bir uyum egemendir ve eksiklikleri aşan bu yüksek uyumun içinde kötünün de iyi gibi anlamlı bir yeri vardır. Her ikisi de bütünün sonsuz zenginliği içinde gereklidir. Kötü, iyi ile birleşerek, ışık ve gölgeden bir evren tablosu çizer. Acı sadece sevincin, kötülükler de iyiliğin eksikliğinden başka bir şey değildir.5 Kötülük ve iyilik, birbirini tamamlayan o ışık ve gölge; insan ruhunun derinlerine yerleştirilmiş o kadim aynanın iki yüzü. Biri parladığında paslanır diğeri. Kötülük iyiliğin içinde, iyilik kötülüğün içinde dağılmış olarak varlık bulur. Kötülük sonsuz iyiliğin bir parçasıdır çünkü iyiliği parlatan şey kötülüğün varlığıdır. Bulgakov Usta ve Margarita’da, edebî bir karnavalın göbeğinde bu derin felsefeyi bir manifesto olarak Woland’ın dilinden zihinlerimize şöyle açar: “Bir an şu soruyu düşünmek zahmetinde bulun lütfen: Kötülük olmasaydı senin iyiliğin neye yarardı, gölgeler kaybolsaydı bu gezegen neye benzerdi? ... Ama sen fantezin yüzünden yerkürenin üzerinden her şeyi, ağaçları, tüm canlıları silip süpürerek, yalnızca çıplak bir ışıkla baş başa kalmak istiyorsun!”6