Zeytin Ağacı

Ben şahidim. Dünyaya gönderilme amacım budur benim. Şehadet etmek. Sılanın tüm çilelerini; feryatlarını ve figanlarını, gözyaşlarını ve kahkahalarını, direniş şarkılarını ve ağıtlarını işitmek, görmek ve hissetmek üzere vazifelendirildim. Doğduğumdan beri nefes aldığım her bir ânı hatırlarım. Terki diyar eylemeden önce de şehadet vazifesini ardımdan gelenlere bırakmak isterim. Bundandır ki suskunluğuma bir son verecek, şu dakikadan itibaren ömrüm boyu gördüklerimi, işittiklerimi ve hissettiklerimi sizlere emanet edeceğim.

Mesela beni toprakla buluşturan eller hatırımdan hiç çıkmaz. Kızgın güneşte kavrulmuş buğday renginde bir çift el. Uzun parmaklarının boğumları belirginleşmiş ve elinin hatlarını keskinleştirerek sert bir görünüm kazandırmıştı. Hâlbuki duruşundan anlardınız. O eller kalender ve mütevazı bir adama aitti. Konuşurken sağ elini sallar durur, beni dinlerken de ellerini hiç ayrılmamacasına birbirine kenetlerdi. Ah! Keşke can suyumu veren o ellerinden bir kez öpüp de helallik alabilseydim. Sonra avucunun içinde o yaş aldıkça genişleyen halkalar vardı. Birlikte oturur tek tek o halkaları sayardık. “Bak” derdi. “Bu benim ömür çizgim. Kimi yerlerde dalgalı, kimi yerlerde dirayetli, kimi yerlerde ise kesik kesik.” Ne zaman avucuna dalıp gitse hüzünlenirdi. Kolay mı? Koskoca bir vatan sığdırmıştı iki avucunun arasına. Yaşından çok ağaç dikmiştir bu memlekete. Tırnaklarının arasına hep toprak dolar, ne kadar yıkarsa yıkasın mutlaka tortusu kalırdı. Elleri de kimi haşin kimi dikenli dallarla uğraşa uğraşa nasır tutmuştu. Ama o toprakla fidanı buluşturmaktan hiç vazgeçmedi. Böyle hüzünlendiği vakitlerde havasını değiştirmek için ona sataşırdım: “Yahu ağaç olan sen misin ben miyim be adam! Bin yıllık zeytin ağaçlarının senin ellerindeki kadar halkası yoktur. İyice ihtiyarladın.” Aramızda derin ve köklü bir bağ vardı. Bu yüzden içten içe beni duyduğunu hissederdim. Eliyle sakalını sıvazlarken hafif bir tebessüm otururdu çehresine. Göz kenarları kırışır ama sanki yirmi yaş gençleşirdi. Tüm yüzü aydınlanırdı. Babamızdı o bizim. Benim ve yaklaşık iki yüz zeytin fidesinin. Bizler de ona hem evlat olduk hem yoldaş. Toprağı bir güzel kazmış ve beni içine yerleştirmişti. Bir de güzel yer seçmiş ki sormayın. Göz alabildiğine uzanan ve sonsuzmuş hissi veren zeytinliğin neredeyse tamamını görüyordum. Bütün zeytin kardeşlerimi, güneşi, ayı ve yıldızları görüyor, tüm günümü onları seyrederek geçiriyordum. Sabah namazlarını yanımda kılardı, ardından birlikte gün doğumunu izlerdik. Gün batımlarında ise yalnız olurdum. İçimi sımsıcak yapan güneşin kızıllığında, ötelerdeki zeytinliklerde çalışan erkeklerin, kadınların ve çocukların seslerini dinlerdim. Babam ilk can suyumu salavatlarla dökmüş, ardından şöyle demişti: “Seni Aksa’ya adadım.” O an iliklerime kadar titremiş ve hiç hissetmediğim kadar büyük bir yaşama şevkiyle dolmuştum. Ben de artık Aksa’nın çocuklarından biriydim. Bundan sonra onun varlığını koruyabilmesi ve dimdik ayakta durabilmesi için yaşayacaktım. Babam köklerimle toprağa sımsıkı tutununcaya kadar başımda bekledi. Her gün ziyaretime geldi, bana masallar anlattı, neşesini ve hüznünü paylaştı. Böylesine şefkatli bir muamele ve gösterilen emek zayi olmadı elbette. Zeytinliğin en güzel zeytinleri ve en lezzetli zeytinyağı benim dallarımdan çıktı. Elde edilen hasat ise Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya bağışlandı. Köklerimle toprağa sımsıkı bağlıydım, bir adım ileri, geri yahut yana gidemezdim. Ama meyvelerim yolları aşıyor, Aksa’nın muhafızlarına güç kuvvet veriyordu. Eğilip bükülebilsem şükür secdesine varırdım.

Hasat zamanı zeytinliğimizi bir görmeliydiniz! Öyle büyük, öyle coşkulu bir şenlik olurdu ki, görenler peri padişahı kızına düğün yapıyor sanırdı. Bütün köy imece usulü çalışır, ahali senin benim ayırmadan zeytinleri el birlik toplardı. Hasada köyün en büyükleri başlar, yorulduklarında uzandıkları dallara torunlarını oturtur kendileri de bir zeytin ağacının gölgesine sığınırlardı. Erkekler başlarına bağladıkları kefiyelerle ara ara alınlarındaki teri siler, çocukların testilerle dağıttıkları sudan kana kana içerlerdi. Kadınların elleri ise toprak gibi bereketliydi. Yahu bir çift el! O ellerle herkesten çok zeytin toplar, çocukların peşinden koşturur bir de öğlen olmadan kocaman bir sofra kurarlardı. Neredeyse bin yıllık zeytin ağaçlarının gölgesinde bir yandan yemek yer bir yandan özgürlük şarkıları söylerlerdi. En sevdiğimiz şarkıyı söylediklerinde canımıza can katılırdı sanki. Tüm zeytin ağaçları pür dikkat o güçlü sözleri dinlerdik: “Biz burada kalacağız.” O an gözümde onlarca insan birer zeytin ağacına dönüşürdü. Şarkılarıyla, tebessümleriyle, metanetli duruşlarıyla vatanlarına öyle sıkı kök salarlardı ki hiçbir fırtınanın onları yerinden sökemeyeceğinden emin olurdum. Sarsılmaz haklılıklarından güç alıyorlar, köklerini daha derinlere kenetliyorlardı. Gözyaşım aksa ağlardım.