Eskiden mesnevilerin ve bazı divanların başında o şair tarafından kaleme alınmış bir ön söz bulunurdu. Bir anlamda günümüzdeki poetikaları andıran bu ön sözler, şairin kendisinin ve döneminin sanatı hakkında bilgi vermesi açısından son derece önemli metinlerdir. Divan dibacesi denilince de akla ilkin, Fuzuli’nin Türkçe Divan’ına yazdığı ön söz gelir. Fuzuli orada, sadece kendi sanat anlayışını değil genel anlamda şiir sanatının gerekliliklerini de masaya yatırmıştır.
Fuzuli’nin şiirle ilgili özellikle vurguladığı gereklilik şudur: İlimsiz şiir, temelsiz duvara benzer. Peki nedir burada ilimle kastedilen? Önce, yine şairlerin rehberliğinde, şu ilim dedikleri nedir, ona bir bakalım.
Yunus Emre’ye kalırsa ilim, kendini fark etme hatta onun da ötesinde bir bireyselleşme meselesidir:
İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmesen ya bu okumak nicedir
Ama şimdi benim kafam biraz karıştı. Karıştı çünkü Yunus Emre’den yaklaşık altı asır sonra yaşamış bir başka Anadolu ozanı, insanın kendini bilmesine imkân olmadığını iddia ediyor:
Varlığım yokluğum bir Veysel adım
Gök kubbede kalacaktır ses kadim
Elli üç yıl kendi kendim aradım
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Olsun. Elbette karışacak. Rehberliği şairlere verince kafaların karışmamasıdır tuhaf olan. Sonuçta geleneksel şiir, var olanı bir de kendi pencerenden görme ve anlatma çabası değil midir? Biz yine şairlerimizin mihmandarlığında ilerleyelim.
On altıncı yüzyıl şairlerin Taşlıcalı Yahya, ilim tahsil ederek âlim olmanın yolunun yazısız kitap okumak olduğunu söylüyor:
Aşk ile kendüden gider âşıka bir nidâ gelür
Yazısı yok kitap okur âlim olur çıka gelür
Beyitte geçen ‘yazısı yok kitap’tan kasıt, duygu ifade etmeyen yani aşığın farkında bile olmayan sevgili yüzü oluyor. Sanırım buradan yola çıkarak şaire göre ilmin gerekliliğinin karşılıksız aşk olduğu sonucuna ulaşabiliriz.
Tekrar Fuzuli’ye dönecek olursak, Fuzuli, şiirin temeline yerleştirdiği ilimle tüm bu anlamların hemen hepsini kastediyor. “Su Kasidesi”nin ilk beytinde kimya bilimini ve o dönem henüz ortaya çıkmamış psikoloji bilimini bir arada kullanmış bir şairden söz ediyorsak şayet, çağın beşerî bilimlerini kastediyor olması pekâlâ mümkün. Sonra, şiirlerinin çoğunluğu hem ilahi hem beşerî aşka yorumlanabildiğine göre tasavvuf bilgisini ve dinî bilgiyi kastediyor olabilir. Fakat asıl kastettiği, şiir bilgisinin ta kendisi.
Muhakkak her türlü bilgi, şaire entelektüel bir birikim sağlayacaktır. Şair bu sayede eserini anlam yönüyle genişletme olanağı bulacak, sözüne derinlik kazandıracaktır. Öte yandan şiirin kendi gereklilikleri olmadığında ortaya şiir çıkmayacaktır. Fuzuli kısaca şunu diyor: Önce şiir nedir onu bir öğren, sonra şiir yazmaya kalk. Şiir yazanın şiir okuyandan fazla olduğu zamanlarda bomboş dizelerin ıstırabına tahammül etmek zorunda kalmış bizler açısından, ilmi şiire ön koşul kabul eden şaire hak vermemek olanaksız. Gelelim meselenin diğer tarafına.
Aynı büyük şairin şöyle bir kıt’ası var:
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Arzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne vâr âlemde
İlm bir kıylükaal imiş ancak
İlahi büyük şair! Şimdi bizim kafalar nasıl karışmasın? Bir taraftan şiirin temeline ilmi oturtuyorsun, diğer taraftan aynı ilim sayesinde yazdığın şiirinde, aşkın karşısında ilmi çer çöpten, dedikodudan, kuru laf kalabalığından ibaret sayıyorsun. Yoksa senin de arada bir bizcileyin kafan mı karışıyordu?
Elbette Fuzuli, şiir bilgisinin, kelimeleri tek başına estetik bir bütünlüğe eriştiremeyecek olduğunun bilincindeydi. Söze güzellik katan bir diğer unsurun duygu olduğunu biliyordu. Zira ilimle sağlam bir zemine oturmuş söz, ancak aşkla yoğrulduğu zaman ilmek ilmek işlenmiş şiir duvarlarına dönüşebilirdi ve aşkı hiç tatmamış bir kalemin onca şiir bilgisi, kuru metinler üretmekten ileriye geçemeyecekti.
Sözün bu kısmında, “Peki aşk dedikleri nedir?” sorusu gelse de aklıma, şairlerin o bahiste çok daha fazla fikir mesailerinin olduğunu biliyorum. Eğer onların rehberliğinde cevabın peşine düşersek söz fazlaca uzayacak. O yüzden aşkla ve şiirle kalın diyerek sözlerimi bitiyorum.