Fetâ ve Fütüvvet

Lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ Zülfikâr

Daha önceki yazılarımızda şövalye, samuray ve fetâ gibi tarihsel tiplere değinmiştik. Bu aynı dönemin ürünü, birbirine benzer akraba kavramlar üzerine bu yazıda biraz daha durmak, özellikle fetâ ve ilintili olarak fütüvvet kavramlarına değinmek istiyorum. Orta Çağ boyunca sözü edilen sosyolojik kavramların ve insan tiplerinin çağa ruhunu veren kavramlar, aktörler olduğunu söylemiştik. Şövalyeler olmadan Orta Çağ’ı anlamak mümkün olmayacak. Aynı şekilde samuraylar olmadan da Japon tarihini ve kültürünü anlamayacağız. Keza fetâ ve fütüvvet kavramları olmadan Türk İslam medeniyeti ve kültürü üzerine konuşmak bir hayli eksik olacak. Yine daha önce vurguladığımız gibi biz burada; ihmal edilen, görmezden gelinen, kıyıda köşede kalan bir takım kök kavramların, durumların peşine düşerek tarihsel patikalar açmaya çalışacağız.

Hz. Peygamber’in Uhud Savaşı’nda şöyle söylediği rivayet edilir: “Lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ Zülfikâr” (Ali’den başka yiğit, Zülfikar’dan başka kılıç yoktur.)1 İşte bu ifadede geçen fetâ kavramına ve ondan türeyen fütüvvet kavramlarına yakından bakalım: “Fetâ, sözlüklerde “genç, yiğit, cömert”; fütüvvet ise “gençlik, kahramanlık, cömertlik” anlamlarına gelir. Tasavvuf kaynaklarında, II. (VIII.) yüzyıldan itibaren önde gelen sufilerin fütüvvet kelimesini tasavvufi bir terim olarak kullanmaya başladıkları kaydedilir. Ali Sâmî en-Neşşâr, fütüvvetten ilk bahseden sufinin Fudayl b. İyâz olduğunu ve kelimeyi “dostların kusuruna bakmama” şeklinde tarif ettiğini belirtirse de (Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, III, 403) ondan önce Ca‘fer es-Sâdık’ın ‘Bize göre fütüvvet ele geçen bir şeyi tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir’ dediği belirtilmektedir. Hallac-ı Mansur ise fütüvveti, “Bir dava sahibi olmak ve neye mal olursa olsun bu davadan dönmemek” diye tarif eder. Muhyiddin İbnü’l-Arabi fütüvveti, ilahi bir vasıf olarak görür. Her ne kadar Allah’ın fütüvvet lafzından türeyen bir ismi yoksa da her şeyin O’na muhtaç olup O’nun hiçbir şeye ihtiyacı olmaması, herhangi bir karşılık beklemeden âlemi ve onda var olan her şeyi yaratmış olması ilahi fütüvveti gösterir.”2

Fetâ esasen İslam öncesi Araplar arasında kullanılan bir kelimedir. Ahmet Yaşar Ocak’a göre İslam öncesi Arap toplumunda fetâ “şecaat, iffet, cömertlik ve diğerkâmlık gibi başlıca üstün vasıfları bir arada mütalaa eden eski asalet ve fazilet telakkisini temsil ediyordu; ancak bu, toplumda mevcut bir kurumlaşmayı değil münferit bir kişiliği yansıtıyordu.” Nitekim Hz. Peygamber’in Hz. Ali için kullandığı rivayet edilen fetâ ifadesi, çok erken İslami dönemde kelimenin kullanımda olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan İslam sonrasında özellikle Abbasiler döneminde fetâ adıyla anılan gençlik toplulukları teşkilatlı bir yapıya dönüşmüşlerdir. Fütüvvet bu teşkilatlanmaya verilen isimdir. Toplumdan ayrı yaşayan, rindmeşrep ve kalenderi/melami özellikler gösteren bu topluluklar Abbasi halifesi Nasır Lidinillah tarafından resmen tanınmış ve görevlendirilmişlerdir. Daha sonraları İran ve Irak sufi gelenekleriyle bağ kuran bu fetâ toplulukları yani fütüvvet ehli, neredeyse tasavvuf ile aynı anlamda kullanılmıştır. İran ve Irak fütüvvet ehli ile irtibatı bilinen Ahi Evran, bu teşkilatı Selçuklu coğrafyasına taşımış, sonradan ahilik teşkilatı diye anılan esnaf ve zanaatkâr topluluğunun kuruluşuna öncülük etmiştir. Hem Selçuklu hem Osmanlı döneminin en önemli kurumlarından biri olan ahilik teşkilatının temelinde işte bu fütüvvet anlayışı bulunmaktadır. Ayrıca bu zümrelerin Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasındaki büyük gayretleri de unutulmamalıdır.

Bizim için burada dikkat çekici olan ve üzerinde durulması gereken aynı zaman kuşağında dünyanın diğer bölgelerinde etkili olan şövalyelik veya samuraylar ile fütüvvete kaynaklık eden fetâ arasında bağ kurmaktır. Nitekim ünlü tarihçi Hammer, fütüvvet teşkilatını “Batı şövalyeliğinden önce doğmuş bir İslam şövalyeliği” olarak nitelemiştir. Fetâ anlayışı ile şövalyelik hatta samuraylık arasında bir ilişki söz konusudur. Üçünün de temelinde onur, yiğitlik, cömertlik, cesaret ve fedakârlık gibi değerler vardır. Feodal bir düzeneğin ürünü olan bu zümreler hemen hemen aynı zaman dilimlerinde vücut bulmuşlar, kendi zamanlarının ahlak anlayışında ve toplumsal düzeneklerin oluşumunda etkili olmuşlardır. Ancak feodal düzenin sona ermesiyle yani kapitalizmin ve sanayi çağlarının ortaya çıkmasıyla kaybolmuşlardır. Bütün zamanların en iyi romanlarından biri olan Don Kişot da şövalyeliğin bu trajik sonunu anlatmaktadır.