Neler Olup Bitmiş Biz Uyurken

Ahmet Haşim’in Gurabahane-i Laklakan kitabında leziz bir yazı yer alır: “Müslüman Saati.” Bu yazıda Ahmet Haşim’in kendine has zekâsı, dikkati ve estetik anlayışı bir araya gelir ve kısacık hacmine rağmen Müslüman dünyanın zaman telakkisi gözler önüne serilir.

Haşim’e göre Müslüman’ın saati gün doğumuyla değil fecirle başlar. “Fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır.” Gün ışığının vurmaya başlamasıyla birlikte “Esmer camiler, fecrden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve İslam ustalarının natamam eserleri o saatte tamamlanır.” Burada Haşim’in şairlik tarafı da işin içine girer ve minarelerin yükselişi çok güzel bir hüsnitalil sanatına bürünür: “Bütün mâbetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.”

Divan şairleri açısından seher vakti; gül dallarında bülbüllerin ötmeye, sabah rüzgârının tatlı tatlı esmeye, minarelerde ezanların okunmaya hazırladığı bir vakittir. Tüm geceyi sevgiliyi düşünerek, aşkıyla ahuvah çekerek geçirmiş âşık için de bu vaktin özel anlamları vardır.

On beşinci yüzyıl şiirinin kadın şairlerinden Mihri Hanım, seher vaktine dek âh çektiğini söyler. Üstelik kendine, benzer yalnızlığı yaşayan bir yoldaş da bulur: İşidüp bülbül-i şeydâ meger âh-ı seherüm/Çagırup derd ile dir âh beni vâh sana. Beyitten anlıyoruz ki aşk çılgını bülbül, seher vakti aşığın ah çekmesini duyduğu için hem kendine hem aşığa ahuvah çekmek için ötüyormuş. İşin ilginç kısmıysa uğruna ah çekilen gülün ortada yokluğu. Baki, o “gül”ün yokluğunun sırrını açıklar: Sevgili uyuyordur. Baki, seher vakitlerinde kendisinin uyanıklığını, sevgilinin hâlâ uyuyor olmasını fırsat bilip onun ilgisizliğinden yakınır da yakınır: Ser-i kûyunda benüm âh-ı sehergâhlarum/Ne bilür ‘aşk elemin çekmedi ol dahı uyur

Buna göre âşık, seher vakitleri sevgilinin kapısında ah çekmektedir fakat aşk elemini hiç çekmemiş sevgili o an uyuduğu için bunu hiç bilmemektedir. Aslında burada, aşk elemi çekmeyenlerin âşığın taşkınlığına yönelik alaycı yaklaşımına bir eleştirinin olduğunu da söyleyebiliriz: Aşkı tanımayanlar, seher vakitleri çekilen ahların ne anlama geldiğini de asla anlayamayacaktır. Baki’den yaklaşık bir asır sonra şiirini konuşturan Nefi de aynı durumdan şikâyetçidir: Dâd o zâlimden eğer böyle kalırsa nâzı/Ne figân-ı şeb ü ne âh-ı sehergâh bilir

Şunu diyor Nefi: O zalimin elinden insaf! Eğer naz etmesi böyle sürerse ne geceler boyu süren figanı ne de seher vakti çekilen ahı bilecektir.

Tabii çekilen ahı duyurmasını bilmek de marifet olsa gerek. Sevdiğim beyitler arasında yer alan şu beyitten hareketle Sururi’nin, seher vakti çektiği ahı kulaklara duyurmasını bilenlerden olduğu anlıyoruz: Âheylerim sadâ-yı bülend ile her sabah/Halk uyanıp sanır ki müezzin ezan verir

Meğerse âşık her sabah yüksek bir sesle ah eylediğinde halk uyanırmış ve müezzinin ezan okuduğunu sanırmış. Tek kelimeyle muhteşem bir mübalağa örneği değil mi? Âşık, çektiği aha tüm mahalle halkını tanık olarak gösteriyor. Beyitte söylenmemiş olsa da herhalde sevgili de ezan sanılan sesle uyananlar arasında olmalıdır. Ama hayır! Şayet o ahı muhatabı duymuş olsaydı aşığın her sabah aynı “sadâ-yı bülend”i ‘bu âleme Davud gibi sal’masına gerek kalmazdı.

Ahmet Haşim, yukarıda sözünü ettiğim yazısında, Müslüman saatinin tedavülden kalkmasıyla onun yerine geçen alafranga saati eleştirir. Artık eskinin seherle uyanıp fecir vaktinde tabiattaki değişime tanıklık eden eski biz yoktur. Onun yerine güneşin; yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinde, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken bulduğu yeni bir nesil vardır. Hayat şartları gereği bugün çoğumuzun bu yeni nesle mensup olmak zorunda kaldığımız bir gerçek. Zamanımız bize ait değil. Ama en azından şunu yapabiliriz: Arada bir divanları ellerimize alıp divan şiirinin gönülleri hasret ateşiyle kavrulmuş âşıklarının ahlarına kulak verebilir, o tedavisiz ayrılığın şahitliğini yapabiliriz. Haşim’in övgüler sunduğu o semavi altınlarla natamam eserlerin tamamlandığı anı göremesek, görsek de minare bedenlerini çinilere boğan ışığı fark edemesek bile, giderek yabancılaştığımız bir medeniyete şiirin sesi aracılığıyla yaklaşabiliriz.

Yine de arada bir fecrin ve seherin tanıklığını yapmak da gerekir. Hem belli olmaz, Barış Manço’nun karşılaştığı o sürpriz, belki birilerinin de karşısına çıkabilir: Sabah yeli ılgıt ılgıt eserken/Seher vakti bir güzele vuruldum.