“Kadim kültürümüz, tıpkı suyu tükenmeyen coşkun bir ırmak gibi çağıldayarak akar durur.
Merhabalar Rukiye Hanım. Hepimiz farklı yollardan farklı hikâyelerin içinden geliyoruz. Her insanın kaderi biricik. Hem kaderinizden hem de bu kaderin hangi yollardan geçip öyküyle kesiştiğinden söz eder misiniz?
Merhaba Emin Bey. Geçerken gibi nadide bir dergide, özellikle sizinle söyleşi yapmaktan çok mutluyum. Kaderimde Trabzon’un şirin bir köyünde, sekiz kardeşin en büyüğü olarak dünyaya gelmek varmış. İlkokul üçüncü sınıfa kadar köyümün okulunda okudum. Babam devlet görevlisiydi. Annem ve kardeşlerim, onunla birlikteydi, benden uzaktaydılar. Ben köyde babaannemle kalıyordum. Okumaya meraklı bir öğrenciydim. Sınıf, Alfabe adlı kitabımızı konu konu okurken ben her akşam onu baştan sona okurdum. Merhum babaannem beni can kulağıyla dinler, mimikleriyle, sesiyle dinlediğini gösterir, heyecanıma ortak olurdu. Kendisi de çevresine çocukları toplar, masal anlatırdı. O zamanlar şimdiki gibi çocuk kitapları yoktu. Merhum babam, iyi bir okurdu. Gazete ve dergilere makaleler yazardı. Onun okuduğu kitapları ve dergileri önce koklar, sonra içindeki karikatürleri, resimleri merakla inceler, anlamasam da sayfalarını karıştırır dururdum. Dördüncü ve beşinci sınıfları babamın görev yerindeki okullarda okudum. Bir gün öğretmenimizle ileride hangi meslekleri seçeceğimiz konusunda konuşuyorduk. Öğretmenimiz: “Kim bilir ileride ne güzel meslekleriniz olacak? Belki gelecek günlerde kiminizi öğretmen kiminizi doktor kiminizi mühendis kiminizi yazar olarak göreceğim, çok mutlu olacağım o zaman.” dedi. Ben o zaman içimden “Acaba yazar olabilir miyim?” diye düşünmüştüm. O yıllarda çocuk kitaplarıyla, ilk gençlik yıllarımda Türk ve dünya klasikleriyle tanıştım. Her bulduğum kitabı okurdum. Bazen okuyacak kitap bulamazdık, arkadaşlarla değiş tokuş yaparak okurduk. Tabii çoğunlukla roman okurdum. İlk okuduğum öykü, bir Kıbrıs gazisinin öyküsüdür. Yazarını hatırlamıyorum.
Tarihin en eski dönemlerinden itibaren insanın anlatma ihtiyacının hiç kesintiye uğramaksızın devam ettiğini görüyoruz. Bu ihtiyaç nereden besleniyor sizce? Kendi yazı hayatınızda bu sorunun karşılığı nedir?
Evet, insanoğlunun anlatma ihtiyacı, dünyaya ayak bastığından beri devam ediyor. Dünya durdukça da devam edecek. İnsan, önce sözlü olarak anlattı. Sonra mağaralara, kayalara çizdiği resimlerle, sembollerle, daha sonra kâğıdın icadıyla kitaplara yazdı meramını. Yöneticiler buyruklarını halklarına, peygamberler Allah’tan aldıkları emirleri ümmetlerine yazıyla iletti. Halklar yöneticilerine ricalarını yazıyla sundular. Şairler, yazarlar okurlarına ölümsüz metinlerle ulaştılar. Mitolojik hikâyeler, masallar, destanlar, kutsal kitaplardaki hikâyeler en büyük kaynaklarımız. Cenabıallah bize Kur’an-ı Kerim’de kıssalarla da seslenir. Kadim kültürümüz, tıpkı suyu tükenmeyen coşkun bir ırmak gibi çağıldayarak akar durur. Geçtiği tüm beldeleri sular, yeşertir. Zengin bir edebî kültürümüz var. Seçkin bir divan edebiyatımız, halkın sesi olan ozan, âşık edebiyatımız var. Önceleri Doğu’da, Batı’daki gibi biçimsel anlamıyla roman türü yoktu, buna karşılık şiir diliyle anlatılan mesneviler vardı. Sadece mesneviler değil, cenknameler, tezkireler, seyahatnameler ve daha niceleri... Özellikle Orta Asya’da ve Anadolu’da Türk dilinin ışığıyla yolumuzu sonsuzluğa adar aydınlatacak muhteşem eserlerimiz var. Roman, öykü, biyografi, deneme, tiyatro türleriyle son iki yüzyılda tanıştık. Bu türlerde de epey yol aldık. Tanzimat Edebiyatı’yla başlayan roman ve öykünün yolculuğu Cumhuriyet Edebiyatı ile devam etmiş, çağdaş edebiyat düzeyine ulaşmıştır. Son yıllarda her türden güzel eserler yayınlanmakta, çeşitli dillere çevrilmektedirler. Şimdilerde kitabın yanında sosyal medya, dijital dünya, yapay zekâ gibi mecralarda insanlar her istediklerini anlatmaya devam ediyorlar. Kısaca çağlar değişmekte ama insanın anlatma ihtiyacı kesintisiz devam etmektedir.
Neden roman, deneme veya şiir değil de öykü? Anlatılarınız için öyküyü seçmenizin sebebini merak ediyoruz. Bu vesileyle öykünün diğer türlerle akrabalığı veya alışverişi olduğunu düşünüyor musunuz?
İlk gençlik yıllarımda günlük yazardım. Sonra şiir yazmaya başladım. Daha sonra roman yazmayı düşündüm. Bu düşüncem Çehov, Ömer Seyfettin ve birçok öykücüyü bilinçli bir şekilde okumaya başladıktan, Mavera, Diriliş, Türk Edebiyatı gibi dergilerle tanışmamdan sonra değişti. Rasim Özdenören, Yaşar Kaplan gibi öykücülerin öykülerini okudum. Öykü bana vurucu, etkileyici, heyecanlandırıcı, duygulandırıcı geldi. Öykü yazmaya karar verdim. Şiir okumayı, yazmayı da severim. Bence edebî metin türleri kardeştir. Temel karakterleri birbirine benzer. Tıpkı kardeşlerde olduğu gibi birbirine benzemeyen yönleri de vardır. Bu kardeşlerden şiirin duyguları ağır basar, öykü söyleyeceğini kısa ve vurucu şekilde söyler, roman söyleyeceğini uzun uzun anlatır. Bazen şiir, öyküselliğiyle öyküye benzerlik gösterir. Bazen öyküde ya da romanda şiirsel dil ağırlıklıdır. Yani birbirlerinden rol devşirdikleri de olur.
Öykülerinizde olayları, karakterleri daha çok nerelerden devşirirsiniz? Hayat mı kitaplar mı duygular mı? Beslenme kaynaklarınız nelerdir kısacası?
Olaylardan, olgulardan, kitaplardan, doğadan yola çıkarak yazarım. Bazen çevremde meydana gelen küçük, sıradan bir olay hikmet kapılarını aralayabilir. O kapıdan girer, bir öykünün içinde bulurum kendimi. Örneğin “Aslımla Ben” adlı öykümde küçük bir çocuğun, gölgesini keşfetmesini, onunla oynamasını ve geçirdiği yaşamı, anlatıcı kahraman olan gölgesinden dinledim ve yazdım. Kadim kültürümüzde ve dünyanın tümünde kabul gören erdemlerin genellikle yaşama geçirilmediği, sadece sözlüklerde kalıp rafa kaldırıldığı olgusu üzücüdür. Dürüstlük erdemi, başından geçen olayları bana anlattı, böylece “Eski Sandığa Kapatılanlar” öyküsü doğdu. “Güvensizlik Yoldaşım” adlı öyküde, metropolde bir metroda yolculuk yaparken çantasını kapkaççıya kaptırmamak için planlar yapıp mücadele veren bir kadının hikâyesini mizahi bir dille yazdım. Divanü Lügati’t-Türk, beni çok etkilemişti. “Kutlu Yolculuk” adlı öykümde onun yolculuğunu onun dilinden yazdım. Tabiattaki müthiş devinim çoğu kez çarpar beni. Kendimi kaybederim. Sonra kendimi tabiatla konuşurken bulurum. Bu durum ümidimi, yaşama sevincimi, tevekkülümü, cesaretimi arttırır. Bana fısıldadıklarını yazarım. Her öykümü kafamda kurgularken, yazarken temalarına; olay örgülerine göre heyecanlanırım, duygulanırım, üzülürüm, umutlanırım, mutlu olurum. Yani yoğun duygular yaşarım.
Evet, dil hassasiyetiniz dikkat çekici. Hatta bahsettiğiniz “Kutlu Yolculuk” adlı öyküde Divanü Lügati’t-Türk’ü anlatıcı olarak kullandınız. Dil, düşünce ve anlatı arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz? Ayrıca bu vesile ile sormak isterim, okuma yazma serüveninizde sözlüklerin yeri nedir?
Dil mucizevi bir varlık. İnsan yavrusu, doğduğu andan itibaren konuşulan bir ana dil içinde bulur kendini ve özel bir eğitime gerek duymadan konuşmayı öğrenir. Kendi kendine öğrendiği bu dili eğitimle güzelleştirip insanlarla iletişimi en güzel şekilde kurabilir. Düşüncelerimizi, duygularımızı bir başkasına dille aktarabilirsiniz. Heidegger, “Dil, düşüncenin evidir.” der. İnsan, dilinin yetkinliği derecesinde düşünür ve düşündüğünü de yine dilinin yetkinliği derecesinde aktarabilir. Dil sayesinde kadim kültürümüzü gelecek çağlara taşıyabiliriz. Çözülemez gibi görünen sorunlarımızı dil ile çözeriz. Büyük ozanımız Yunus Emre çağlar ötesinden şöyle seslenir: “Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Yağ ile bal ede bir söz.” Söyleyecek sözü olan şairlerin, öykücülerin, romancıların, kısacası edebiyatçıların ağulu aşı yağ ile bala dönüştürme sorumluluğu vardır diye düşünüyorum. Kitap okumaya başladığımdan beri okurken anlamadığım kelimelerin altını çizerim. Eskiden kelimenin altını çizerek sözlüğe başvururdum. Aynı zamanda kelime defterime kırmızı renkli kalemle yazardım. Mavi kalemle de karşısına anlamlarını yazardım. Ayrıca sözel bulmaca çözmeyi severdim çocukluğumda. Şimdi tabii arama motorundan yardım alıyoruz. Sözcükleri seviyorum, kökenleri, anlamları etkiliyor beni.
Bir öykünüzün yazım sürecini, fikir olarak aklınıza düştüğü ilk andan kitapta yer aldığı zamana kadarki aşamalarıyla birlikte bizimle paylaşır mısınız?
Önce iskeletini kafamda günlerce hayal ederek inşa ederim. Giriş ve sonuç kısmını, olay örgüsünü, karakterleri canlandırırım. Bir iki günde deftere yazarım. Birkaç kere okuduktan sonra eklemeler, çıkarmalar yaparım. Bilgisayara geçiririm. En güzel elbiselerini giydirdikten sonra aksesuarlarını takar, birkaç ay onu uykuya yatırırım. Arada sırada onu uykusunda kontrol ederim, üstü açılmış mı, üşümüş mü, aç mı diye. Bütün ihtiyaçlarını giderdikten sonra onu diğer kardeşlerinin yanına, yani öykü dosyama yerleştiririm. Bir kısmını yayımlanmak üzere dergilere gönderirim. Dosyamdaki öykü sayısı bir kitaplık olunca onları yeniden tek tek okuyup kontrol ederim. Tekrar tekrar okurum. Her okuyuşumda yeni hatalar bulur, onları düzeltirim. Değişiklikler yaparım. Yayınevine gönderirim.
Tabiatın bazen imge bazen motif olarak öykülerinizde geniş yer bulduğunu görüyoruz. Doğayla yakın bir münasebetiniz olduğu aşikâr. Bu yakınlığın kaynağı nereden geliyor?
Çocukluğumu, gençliğimi tabiatın kucağında yaşadım. Sevmeyi, duygulanmayı, hikmeti, her bahar dirilip mücadele etmeyi, umutla hayata bakmayı, ekin vermeyi, günü gelince veda etmeyi tabiattan öğrendim. Annemi kuşlarla, ektiği ekin fideleriyle konuşurken gördüm, kuşları ve bitkileri sevdim. Tüm hayvanlara ailenin bir ferdi gibi davrandığını gördüm hayvanları sevdim. Ekinleri ambarına doldururken yaptığı şükürleri gördüm, şükretmeyi öğrendim. Bence tabiat bizim için mükemmel bir örnek. Tabiattaki unsurları kişileştirerek yazdığım imgesel öykülere örnek olarak ”Sonsuz Yolculuk”, “Başakların Umudu”, “Yeşil Deniz” adlı pastoral öyküleri söyleyebilirim. Diğer öykülerimde de kısmen tabiat sahneleri vardır.
Bugün büyük bir dijital cereyanın tam ortasındayız. Bu cereyandan birey de toplum da nasibini alıyor doğal olarak. Dijitalleşme ve yapay zekânın genelde sanata, özelde hikâyeye nasıl bir tesiri olacağını düşünüyorsunuz?
Dijitalleşmeyi ve yapay zekâyı insan zekâsı geliştirdi. İnsan programladı, yönlendirdi, kullanmaya başladı. İnsanlığın sorduğu soru şu: İnsan mı yapay zekâyı kullanacak, yapay zekâ mı insanı? Bu soruyu ben de soruyorum. Bu konuya fazla vâkıf değilim ama insanın elinden birçok şeyi, örneğin hayal kurma yetisini alacağı kesin gibi. Dijital cereyana kapılmış gidiyoruz. Bu cereyanın içinde çok kazanma hırsı, başarıya endekslenmiş bir maraton yarışı var. Bu yarışmada yanında koşanın ayağına çelme takmak mübah sayılır oldu. Öte yandan dijitalleşince hayatının daha kolay olacağını ve kendine zaman ayıracağını sandı İnsan. Öyle olmadı, aksine her şey sarpa sardı. Byung- Chul Han’ın deyimiyle “yorgunluk toplumuna” dönüştü postmodern toplumlar. Dijital çağın, duygusallığı zayıflık sayan insanı, sonunda yapay zekâyı bile kendine benzetti. Örneğin “Yangından Kaçarken” adlı öykümün bir bölümünü yapay zekâya yazdırma denemesi yaptık. Ben o bölümde bombardımanda babasının şehit olduğuna şahit olan erkek çocuğun dili tutulduğu için mendil satmada başarılı olamadığını, kız kardeşininse jest ve mimiklerle, şirinlik yapıp mendil satabildiğini öyküleştirdim. Amacım, çocuk istismarını ve dili tutulan çocuğun psikolojik durumunu vurgulamaktı. Yapay zekâ ise çocuğun ruh durumunu dikkate almadan yalnızca başarıya endeksli bir öykü yazdı. Yapay zekânın duygulanımlara önem veren çeşitleri var mı? İnsan gibi heyecanlanır, sevinir, üzülür, mutlu olur mu? Belki vardır ama benim bu konuda bilgim yok.
Son yıllarda özellikle öykü türünde büyük bir hareketlilik gözleniyor ve bu hareketliliğin merkezinde kadınlar var. Sizce kadınların bu denli öykü yazmasının altında hangi sosyal ve psikolojik sebepler yatıyor?
Son yıllarda sadece öykü, şiir, roman alanlarında değil, genel olarak yazma konusunda kadınlarda artış gözleniyor. Gözlemlerime göre (yanılıyor olabilirim) kitap okuma faaliyeti kadınlarda daha yüksek. Çeşitli yaşam boyu eğitim programlarına ya da yazma atölyelerine katılım, kadınlarda daha yaygın. Öykü özelinde konuşursak: Kadınların vakitleri daha kısıtlı. İlgilendikleri konular çok çeşitli ve çok ayrıntılı. Bu sebeplerle uzun uzun roman yazmaya vakit ayıramadıkları bir gerçek. Kadınların detaycı psikolojileri, tam da öykü yazmada imdatlarına yetişiyor. Âdeta küçücük bir çekirdekten incir ağacı yetiştirir gibi küçük bir ayrıntıdan bir öykü oluşturuyorlar.
Yazar ve öykücü adaylarına hangi tavsiyelerde bulunmak istersiniz? Nelere dikkat etmeli, nelerden kaçınmalılar?
Çok okumalı, okumalı, okumalı, sonra yazmalılar. Dünya ve Türk klasiklerini mutlaka okumalılar. Her gün mutlaka okumaya zaman ayırmalılar. Yazma sürecinde öykü üzerinde çok çalışmalılar, âdeta iğneyle kuyu kazar gibi. Metindeki fazlalıkları çıkarıp silmekten korkmamalı, eksikleri tamamlamaya çalışmalılar. İlham kendiliğinden gelmez, düşününce, o meseleye kafa yorunca gelir. Yazmaya, zihin iyice dinlenmiş olarak başlanmalı. İyi gözlem yapmalı. Olayların, olguların sebeplerini her yönden iyi analiz etmeli. Empati çok önemli. Yazmayı düşündüğümüz karakterin psikolojisini, sosyal hayatını iyi anlamalıyız. Nesnelerin görünen kısmının altındaki hikmeti anlamalılar. Dünyada yaratılanların sayısınca anlam vardır. Yaratılanı anlamlandırmak bizim elimizde.
Bir kitabı döne döne okumak mı her seferinde başka kitap okumak mı?
Aynı kitabı tekrar tekrar okumak yerine hiç okumadığım kitabı okumayı tercih ederim. Emin Bey çok teşekkür ederim, sorduğunuz ilginç ve heyecanlandırıcı sorular için.