Rukiye Saran Aydın Ile Söyleşi

Rukİye Saran Aydın:

“Kadim kültürümüz, tıpkı suyu tükenmeyen coşkun bir ırmak gibi çağıldayarak akar durur.

Merhabalar Rukiye Hanım. Hepimiz farklı yollardan farklı hikâyelerin içinden geliyoruz. Her insanın kaderi biricik. Hem kaderinizden hem de bu kaderin hangi yollardan geçip öyküyle kesiştiğinden söz eder misiniz?

Merhaba Emin Bey. Geçerken gibi nadide bir dergide, özellikle sizinle söyleşi yapmaktan çok mutluyum. Kaderimde Trabzon’un şirin bir köyünde, sekiz kardeşin en büyüğü olarak dünyaya gelmek varmış. İlkokul üçüncü sınıfa kadar köyümün okulunda okudum. Babam devlet görevlisiydi. Annem ve kardeşlerim, onunla birlikteydi, benden uzaktaydılar. Ben köyde babaannemle kalıyordum. Okumaya meraklı bir öğrenciydim. Sınıf, Alfabe adlı kitabımızı konu konu okurken ben her akşam onu baştan sona okurdum. Merhum babaannem beni can kulağıyla dinler, mimikleriyle, sesiyle dinlediğini gösterir, heyecanıma ortak olurdu. Kendisi de çevresine çocukları toplar, masal anlatırdı. O zamanlar şimdiki gibi çocuk kitapları yoktu. Merhum babam, iyi bir okurdu. Gazete ve dergilere makaleler yazardı. Onun okuduğu kitapları ve dergileri önce koklar, sonra içindeki karikatürleri, resimleri merakla inceler, anlamasam da sayfalarını karıştırır dururdum. Dördüncü ve beşinci sınıfları babamın görev yerindeki okullarda okudum. Bir gün öğretmenimizle ileride hangi meslekleri seçeceğimiz konusunda konuşuyorduk. Öğretmenimiz: “Kim bilir ileride ne güzel meslekleriniz olacak? Belki gelecek günlerde kiminizi öğretmen kiminizi doktor kiminizi mühendis kiminizi yazar olarak göreceğim, çok mutlu olacağım o zaman.” dedi. Ben o zaman içimden “Acaba yazar olabilir miyim?” diye düşünmüştüm. O yıllarda çocuk kitaplarıyla, ilk gençlik yıllarımda Türk ve dünya klasikleriyle tanıştım. Her bulduğum kitabı okurdum. Bazen okuyacak kitap bulamazdık, arkadaşlarla değiş tokuş yaparak okurduk. Tabii çoğunlukla roman okurdum. İlk okuduğum öykü, bir Kıbrıs gazisinin öyküsüdür. Yazarını hatırlamıyorum.

Tarihin en eski dönemlerinden itibaren insanın anlatma ihtiyacının hiç kesintiye uğramaksızın devam ettiğini görüyoruz. Bu ihtiyaç nereden besleniyor sizce? Kendi yazı hayatınızda bu sorunun karşılığı nedir?

Evet, insanoğlunun anlatma ihtiyacı, dünyaya ayak bastığından beri devam ediyor. Dünya durdukça da devam edecek. İnsan, önce sözlü olarak anlattı. Sonra mağaralara, kayalara çizdiği resimlerle, sembollerle, daha sonra kâğıdın icadıyla kitaplara yazdı meramını. Yöneticiler buyruklarını halklarına, peygamberler Allah’tan aldıkları emirleri ümmetlerine yazıyla iletti. Halklar yöneticilerine ricalarını yazıyla sundular. Şairler, yazarlar okurlarına ölümsüz metinlerle ulaştılar. Mitolojik hikâyeler, masallar, destanlar, kutsal kitaplardaki hikâyeler en büyük kaynaklarımız. Cenabıallah bize Kur’an-ı Kerim’de kıssalarla da seslenir. Kadim kültürümüz, tıpkı suyu tükenmeyen coşkun bir ırmak gibi çağıldayarak akar durur. Geçtiği tüm beldeleri sular, yeşertir. Zengin bir edebî kültürümüz var. Seçkin bir divan edebiyatımız, halkın sesi olan ozan, âşık edebiyatımız var. Önceleri Doğu’da, Batı’daki gibi biçimsel anlamıyla roman türü yoktu, buna karşılık şiir diliyle anlatılan mesneviler vardı. Sadece mesneviler değil, cenknameler, tezkireler, seyahatnameler ve daha niceleri... Özellikle Orta Asya’da ve Anadolu’da Türk dilinin ışığıyla yolumuzu sonsuzluğa adar aydınlatacak muhteşem eserlerimiz var. Roman, öykü, biyografi, deneme, tiyatro türleriyle son iki yüzyılda tanıştık. Bu türlerde de epey yol aldık. Tanzimat Edebiyatı’yla başlayan roman ve öykünün yolculuğu Cumhuriyet Edebiyatı ile devam etmiş, çağdaş edebiyat düzeyine ulaşmıştır. Son yıllarda her türden güzel eserler yayınlanmakta, çeşitli dillere çevrilmektedirler. Şimdilerde kitabın yanında sosyal medya, dijital dünya, yapay zekâ gibi mecralarda insanlar her istediklerini anlatmaya devam ediyorlar. Kısaca çağlar değişmekte ama insanın anlatma ihtiyacı kesintisiz devam etmektedir.

Neden roman, deneme veya şiir değil de öykü? Anlatılarınız için öyküyü seçmenizin sebebini merak ediyoruz. Bu vesileyle öykünün diğer türlerle akrabalığı veya alışverişi olduğunu düşünüyor musunuz?

İlk gençlik yıllarımda günlük yazardım. Sonra şiir yazmaya başladım. Daha sonra roman yazmayı düşündüm. Bu düşüncem Çehov, Ömer Seyfettin ve birçok öykücüyü bilinçli bir şekilde okumaya başladıktan, Mavera, Diriliş, Türk Edebiyatı gibi dergilerle tanışmamdan sonra değişti. Rasim Özdenören, Yaşar Kaplan gibi öykücülerin öykülerini okudum. Öykü bana vurucu, etkileyici, heyecanlandırıcı, duygulandırıcı geldi. Öykü yazmaya karar verdim. Şiir okumayı, yazmayı da severim. Bence edebî metin türleri kardeştir. Temel karakterleri birbirine benzer. Tıpkı kardeşlerde olduğu gibi birbirine benzemeyen yönleri de vardır. Bu kardeşlerden şiirin duyguları ağır basar, öykü söyleyeceğini kısa ve vurucu şekilde söyler, roman söyleyeceğini uzun uzun anlatır. Bazen şiir, öyküselliğiyle öyküye benzerlik gösterir. Bazen öyküde ya da romanda şiirsel dil ağırlıklıdır. Yani birbirlerinden rol devşirdikleri de olur.