Adına “üslubu’l-Kur’an” derler, bir bilgi çeşidi vardır tefsir sahasında. İnansın ya da inanmasın ilk muhataplar nezdinde de sonraki nesillerin Müslümanları ve ön yargılarından arınmış gayrimüslimleri için de Kur’an’ın bir çekim merkezi olduğu malum. İşte bu hususu gerçek kılan, son vahye has anlatım teknikleri, üslubu’l-Kur’an başlığı altında ele alınır.
Ayetlerdeki kelime seçimi ve kullanımı, metnin kendine has terkibi, içeriği, tedricilik ilkesine sıkı sıkı bağlı oluşu vb. hususlar, üslubu’l-Kur’an’ın ilgilendiği konular arasında yer alır. Bu bilgiye aşina olmak için ilk nüzul ortamını, toplumun hassasiyetlerini, vahyin değişmez ilkelerini dikkatli bir şekilde göz önünde bulundurmak gerekir. Zira bu yöntemle Kur’an’ın mu’ciz yönü, ilk muhataplarına hangi üslupla yaklaştığı, onların hayatına nasıl nüfuz ettiği bu şekilde daha rahat anlaşılır.
Kur’an üslubunun çarpıcı yönlerinden biri, içine indiği toplumun nabzını çok iyi tutması, toplumda yaşayan fertlerin sorularına, sorunlarına, tepkilerine cevap vermesi, doğrularını onaylaması, yanlışlarını da düzeltmesidir. Kur’an’ın bir kıymet içeren ya da en azından tevhitle uzlaşabilir olan, ona aykırı bulunmayan düşünceleri, gelenekleri olduğu gibi bırakması, doğrunun tasdiki olarak anlaşılabilir. Kur’an, “furkan” vasfının gereği olarak özü itibariyle doğru ama tashih edilmesi gereken örf âdetlere ve tevhitle asla örtüşmemesi sebebiyle kökten kaldırılması zorunlu geleneklere müdahale eder.
Yanlışların düzeltilmesi söz konusu olduğunda Kur’an’ın bunu bazen açıkça, bazen de örtük bir şekilde yaptığı görülür. Müşriklerin şirk inancı, ölümden sonra dirilişi inkârı gibi hususlar neredeyse Kur’an’ın tamamında açıkça reddedilmiştir. Nüzul dönemindeki bazı iddialar, yanlış tasavvurlar ve inançlar dolaylı bir anlatım yoluyla da tashih edilmiştir. Dolaylı bir anlatımla reddedilen cahiliye tasavvurlarından biri ise dünyadan, yarattıklarından elini eteğini çekmiş, onları kendi hâllerine salıvermiş, artık onlarla hiç ilgilenmeyen bir Tanrı inanışıdır. Müşriklerin varlığını, gücünü, kudretini kabul ettikleri hâlde Allah’ı işitmez, görmez, bilmez bir varlık olarak tasavvur etmeleriyle Kur’an’da esma-i hüsnadan her şeyi en ince detayıyla bilen (Habir), gören (Basir), işiten (Semi) anlamına gelen isimlerin sıkça tekrarlanması arasında bir bağlantı vardır.
Muharref Tevrat’ta yer alan “Allah yeri göğü altı günde yarattı, yedinci gün de dinlendi.” tasavvuru da dolaylı şekilde itiraz edilen kabullerden biridir. Bu kabul, açıkça değilse de örtük ifadelerle reddedilmiştir. Hayy ve Kayyum (diri ve her an işlerini yöneten) Allah, Kur’an’ın altını ısrarla çizdiği ilahi özelliklerdendir. Şu ayet-i kerime de dinlenmeye ihtiyaç duyan Allah tasavvurunu hedef almaktadır: “Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı.” (Kâf, 50/38)
Allah’ın tatilinin hâlâ daha devam ettiğini ileri süren yaklaşım, bugünlerde yüksek perdeden feryat figan etmede. Gazze’de, Filistin’in diğer bölgelerinde, Doğu Türkistan’da, dünyanın farklı bölgelerinde zulüm arttıkça, kötülük usul usul sosyal hayatımıza sokuldukça bu grup pek mühim, pek emsalsiz bir eleştiri noktası bulmuşçasına büyük bir adanmışlıkla aynı sloganı tekrar edip duruyor: “Âlemde bu kadar zulüm varken Allah neden müdahale etmiyor? Demek ki insanlarla, onların acılarıyla zerre kadar ilgilenmiyor!” Allah’ta hep aranıp duran kusuru bulmuş olmanın -haşa- engin neşesiyle, hazırlıksız zihinlere bu “derin fikri” bulaştırmaya gayret ediyorlar. İnsandan yana gibi görünmeye gayret eden bu yaklaşım, insana asıl zarar veren düşünceleri örtük bir dille gönüllere fısıldıyor: “O seninle ilgilenmiyorsa bırak, sen de O’nunla ilgilenme! Kıymetin yok onun için!” Kısacası ya insani bütün devreleri yakan derin bir hiçlik ve değersizlik duygusu, yanında da öğrenilmiş çaresizlik ataleti… Ya da “hak ettiğim değeri kendime ben kendim vereyim bari” deyip hayatın merkezine kendisini yerleştiren, her işini kendince belirlenmiş doğrular çerçevesinde icra edeceğine inanan kendi kendine yetme duygusu… Oysa her iki yaklaşım da insani donanıma zarar verir, sinsi sinsi bireyin düşünce ve duygu dünyasına yuvalanır, her problemde her kaosta aynı zehirli sloganlar tekrarlanır durur.
Hâlbuki insan Allah’a yakınlıkla, O’nun için kıymetli olduğunu bilmekle açan bir goncadır. Donanımı böyledir, o yakınlığı içinde hissetmezse, kıymetli olduğunu, işitildiğini, kabul gördüğünü fark etmezse, O’nunla içinden uzun uzun sohbet etmezse kendisine kodlanmış güzel özellikler aktif hâle gelmez. Hep aranan “o tatlı huzur” bir türlü bulunmaz. İnsan huzuru, mutmainlik hissini bulamayıp gamdan, tasadan asude bir hayatı kendisi inşa etmeye kalkarsa bu sefer de Tanrıcılık oyununun girdabına düşer.