Bütün mevzular masa etrafında toplanmış problemlerini konuşuyorlardı. Konuların da kafası, gözü ve kolu neden olmasındı? Önce adı Tecimbaz olan bozuk para bakışlı adam konuştu: “Enflasyon yükselir, düşer faturasını ben öderim. Soğan, sarımsak fiyatlarının bile manşete çıkması benim yüzümdendir. Para hem konuşur hem hakkında sürekli konuşturur. Alışveriş dün olduğu gibi bugün de insanların en yaygın ve en egemen iletişim biçimidir. Din ile ticaretin ilişkisi karşısında benim susma lüksüm yoktur. Şayet gelirim varsa karnım toktur.”
Oradakiler devasa bir şehir hâlinde yorgun argın tezgâhından kalkmış üstü başı un, şeker ve tuza bulanıp belenmiş bu adamın söylediklerini hayranlıkla dinliyorlardı. Bir kenarda nalbantlık yapan adam ulu orta karşılık verdi: “Desene Tecimbaz Bey sen yükünü tutmuşsun!”
Tecimbaz Bey önce bu adamın ne demek istediğini anlamaya çalıştı, sonra sözünü hassas terazide tartar gibi konuştu: “Fesüphanallah! O nasıl söz nalbant kardeş? Ben ipek yolundan, baharat yolundan dönüyorum da sen cenazeden dönüyor değilsin. Sen nasıl hayvanların ayağına nal çakıp bantlıyorsan ben de mal ve eşya sevgisi ile yanıp kavrulan insanların gönül tahtalarına nal çiviliyorum. Bütün mesele gönüller eşya karşısında incinip duyarsızlaşmasın.”
Nalbant öyle uzun boylu konuşacak seviyede biri değildi. Öyle olsaydı zaten nalbant olmazdı. Hem memlekette nal çakacak hayvan mı kalmıştı ki? Hem nalına hem mıhına vurarak cevap verdi: “Tecimbaz Bey yokluğunuz nasıl kayıp ise bütün hayatı ve insanlığı kapsayacak şekilde varlığınız da bir ayıptır!”
Tecimbaz Bey karşısındaki bu ezik duruşlu adamdan hiç böyle bir söz beklemiyordu. Şaşkınlıktan elindeki hayli pahalı cep telefonunu düşürdü. Sade vatandaş vasfıyla bu toplantıyı modere eden Hayreddin Usta konuşma tartışmaya dönüşünce hemen devreye girdi: “İkinizin de ne dediğini anlayamadık. Daha ötesi ben hayret ettim. İkinizin de bu dünyadaki evi mezarlık manzaralı değil bildiğim kadarıyla. İkiniz de rızkınız için uğraşıyorsunuz. Böyle yüksek sesle tartışmanız niye?”
Nalbant esnaf öne atıldı: “İkimiz de aynı kıymette isek günün akşamına, akşamın da sabahına kadar neden televizyon kanallarında bir sürü uzman adam Tecimbaz Bey’den bahsediyor da benim semtimden bile geçmiyor?”
Moderatör Hayreddin Usta sitem eder gibi karşılık verdi: “Aşk olsun Nalbant kardeşim, şu şehir insanlarının çokça şikâyet ettikleri tükenmişlik sendromuna nasıl da hemen ayak uydurmuşsun.”
Ticaret konusu öyle kolay bitebilecek bir mesele değildi. Moderatör Hayreddin Usta sözü masanın en uç noktasında bulunan Oygüç Sandık Bey’e vererek ikili söz düellosunu bitirmek istedi. Oygüç Sandık Bey’in ticaretle ilgili konuşmaların bu denli yoğun olmasından pek memnun olmasa da bunu çaktırmak istemiyor gibi bir hâli vardı. Kırmızı kravatı ve ceketinin yaka cebine iliştirdiği kravatıyla uyumlu mendili göz alıcıydı. Gözlükleri kâh elinde kâh gözünde kâh alnına yapışık hâlde etrafındakileri çok önemli şeyler konuştuğu konusunda ikna etmek istiyor gibiydi. Mikrofonu yerinden çıkarıp eline alarak konuşmaya başladı: “Dünyada en zor şey insanı yönetmek, toplumu terbiye etmektir. Bu emanet bize tahsis edilmiş. Yönetme arzusu görünme ihtirasıyla birleştiğinde gücümüzün ve kudretimizin bayrağı gönderlerde dalgalanacaktır. Benimle ilgili dünya kütüphanelerini dolduracak kadar tez hazırlandı, kitap yazıldı. Tecimbaz Bey’in başının ağrısını giderecek olan da bizden başkası değildir. Açık oturumlara bakın, hep biz konuşuruz ve hep bizi konuşurlar. Koltuklar ve sandalyeler hep bize hizmet eder. Toplumun sinir sistemini bile biz çekip çeviririz.”
Nalbant yine kendini tutamadı söze balıklama daldı: “Ağam iyi diyorsun, doğru söylüyorsun da sen de benim gibi at bakıcısı değil misin? Senin mesleğinin soyu da seyisliğe kadar uzanıyor bilmez değilsindir. Biz ayağa nal çakarız siz kafaya, öyledir zahir, değil mi ağam?”
Nalbant’ın sözleri ve üslubu Oygüç Sandık Bey’in hiç hoşuna gitmemişti. Hele durup durup ağam, diye hitap etmesi iyice keyfini kaçırmıştı. Muhatap almamaya niyet etse de dayanamayıp Nalbant’ın yüzüne bakmadan cevap verdi: “Teessüf ederim nasıl konuşuyorsunuz benimle! Nalbantsanız nalbantlığınızı bilin. Ben sizin nalbantlığınıza karışıyor muyum? Derebeyi düzeninde mi yaşıyoruz kalkıp bana ağam, diye hitap ediyorsunuz? Haddinizi bilin! Ben burada bütün memleketi ve milleti temsil ediyorum. Tabii ki bilinirlik ve görünürlük oranım sizden fazla ve farklı olacak!”
Tam o anda içeriye omuzları hafif eğik zayıftan bir ihtiyar girdi. Sanki yeri önceden belirlenmiş gibi masanın dışına taşan sandalyeye oturdu. İçerideki hiç kimse onu tanımıyordu. Zaten onun da kendini tanıtmak ve parmakla gösterilmek gibi bir derdi ve hedefi yoktu. Kimsenin tanımadığı gibi merak da etmediği bu adam Vefatettin Bey’den başkası değildi. Aslında her seferde vaktinden bir saniye bile şaşmayan bu adam ilk kez programın bitmesine yakın geç gelmişti. Oygüç Sandık Bey konuşmasını kesip yeni gelen Vefatettin Bey’e “hoş geldin” deyip “Seçmen misin?” diye sordu. Vefatettin Bey “Öyle de denilebilir efendim.” diye karşılık verdi. Ses tonu ve kelime aksanı şehirli biri olduğu intibaı uyandırıyordu. Yerinden sükûnetle kalkıp moderatör Hayreddin Usta’nın yanına giderek kulağına eğildi. Her ikisinin de jest ve mimiklerinden anlaşıldığı kadarıyla vaktin daraldığını ve çok az vaktin kaldığını haber veriyordu. İçlerinden biri “Adama bak hem herkesten sonra geliyor hem de çok az vaktimiz kaldı diye ikaz ediyor. Ne pişkinlik!” diye homurdandı.
Daha sırada sorunlarını anlatmak için bekleyen Şikâyeddin Bey, Ayıpettin Hanım, Zararettin Efendi, Kayb Ed-Din Efendi ve Hararettin Bey gibi daha birçok zevat vardı. “Vakit dar” ikazını ciddiye alan moderatör Hayreddin Usta hiç tereddüt etmeden bugünkü oturumu kapatmak niyetindeydi. Fakat son bir kişi olarak Vefatettin Bey’i de konuşturmanın uygun olacağını düşündü. Oradakilere mikrofonu sandalyesi masanın dışına taşan bu adama uzatmalarını rica etti. Hâlbuki Vefatettin Bey ortama oldukça geç gelen biri olarak konuşma sırasının kendisine verileceğine hiç ihtimal vermemişti. Çaresiz mikrofonu eline alıp konuşmaya razı oldu. Masanın etrafındakiler Vefatettin Bey’i görür görmez bir anda aşina bir insanla karşılaştıkları hissine kapılmışlardı. Şöhrettin Bey daha fazla dayanamayıp Vefatettin Bey’e sordu: “Söyleyin, sizi ben nereden tanıyorum?”
Duraksadı Vefatettin Bey, soruyu bu soruyu sorana çevirdi: “Siz söyleyin asıl, beni nereden tanıyorsunuz?”
Şöhrettin Bey o kadar ünlü birisi iken kendisine tanıdık gelen adamın kalkıp kendisini tanımazlıktan gelmesine bir anlam verememişti. Aynı şaşkınlıkla konuşmaya devam etti: “Sanki çok yakından tanıyor gibiyim sizi. Âdeta sizin dizinizin dibinde hafızlık dersi alıp sizin rahleitedrisinizden geçmiş gibiyim. Sizin fakültenizi bitirmişim gibi diyeyim de anlayın.”
Vefatettin Bey ima ile acele etmemesi gerektiğini söylemeye çalıştı Şöhrettin Bey’e. Madem bu mikrofon kendisine verilmişti, öyleyse onun hakkını hakkaniyetle vermesi gerekliydi. Mikrofonun düğmesini kapattı, ağzı mikrofona dönük konuşmaya başladı: “Dostlar öncelikle sizlerden özür dilerim. Geç kalma hakkımı üzerinizde kullandığım için. Her ne kadar siz tanımazlıktan gelseniz de ben en yakınınızda bulunan, komşunuz, akrabanız ve ahbabınız olan birisiyim. Aynı zamanda sizin oralıyım. Ürkmeyesiniz ve rahat konuşasınız diye konuşmanın bitimine dâhil oldum. Kimse adımı anmaz. Kimse benden konuşmaz. En konuşkanınız bile ancak arkamdan konuşur. Hâlbuki ben sürekli konuşurum. Konuşmamın içerisinde sizler de varsınız. Oygüç Sandık kardeşim, Tecimbaz kardeşim, Nalbant kardeşim, Hayreddin Ustam ve sen Şöhrettin Bey sizleri nasıl tanımam ki?”
Nalbant, Vefatettin Bey’i pürdikkat dinlerken gayriihtiyari yerinden kalktı, bir sırra vâkıf olmuş gibi bağırdı: “Anladım siz ölümsünüz! İçimizde en ünlü olup da tanınmamak için tebdili kıyafet gezen kişi sizsiniz. Şimdi hangi yüzle aramıza geldiniz?”
Güldü Vefatettin Bey. “Size dönük yüzümle, yani insan veçhemle geldim!” diye karşılık verdi.
Nalbant oturmak niyetinde değildi, konuşmasını sürdürdü: “Sizi aramızda olmayan yanlarınızdan tanıdım. Adınıza ne heykel dikildi ne okul yaptırıldı. Konusu ölüm olan bir panel bir konferans ya da bir derse öyle kolay kolay rastlamadık hiç. Siz kendi lisanınızdan konuştukça biz sizi duymazdan geldik. Sözlerinizde keyfimizi kaçıran bir şeyler vardı. Tecimbaz Bey sizi dinlerse kârının azalacağını düşündü, Oygüç Sandık Bey insan olarak gücünün biteceği gerçeğiyle yüzleşmek istemediği için sizin adınızı bile anmadı. Siz yokmuşsunuz gibi davrandı. Şöhrettin Bey bilinmenin şehvetiyle size tepeden baktı. Hepimiz biliyorduk ki en çok Nalbant’ın kendisi ile ilgili sözlerinden memnuniyet duymuştu.”
Takdir hislerini paylaşmaktan geri durmadı: “Nalbant kardeşim, sen de ölümle kardeşsin. Beni en az benim kadar iyi tanıyorsun. Bilirsin ki ölümün de terbiye edici bir tarafı vardır. Size şu an hasta yatağında beni bekleyen içinizden birinin mesajını iletmek isterim. Kimi geceler yatağının ucunda ona refakatçilik ediyorum. Geçen yanından ayrılırken size şu mesajı ulaştırmamı istirham etti. Onu hafızama ve niyetime en yakın mesafede tutuyorum, avuç içimde.”
Vefatettin Bey avucunun içinde bir sır gibi sımsıkı tuttuğu kâğıdı açıp okumaya başladı: “Benim dünya kardeşlerim, sizinle ahirette de kardeş olarak bir arada olmayı ne çok isterim. Ne çok birlikteliğimiz oldu. Ne çok yollarımız, kollarımız misali birleşti. Şimdi yatağımdan adım atamaz durumdayım. Bu duygularımı kaleme alma lütfunu bağışlayan Rabb’ime hamdüsenalar olsun. Aziz kardeşlerim fazla söze hacet yok. Bütün mesele şu hadiste toplanmış gibi: “Resulüllah bir çizgi çizerek; ‘Bu insandır.’ dedi. Onun yanına bir çizgi daha çizdi ve ‘Bu onun ecelidir.’ dedi. Sonra daha uzağa bir başka çizgi çizdi ve şöyle dedi: ‘Bu da insanın emelidir, işte böyle yakın olan (ecel) insana daha önce gelir.’” (Kardeşiniz Yol Oğlu Hâdi)
Vefatettin Bey Yol Oğlu Hâdi’nin mesajını okuduktan sonra sessizce kapıya yöneldi, kimseye bir şey söylemeden çıkıp gitti.
Masanın etrafındakiler derin bir oh çektiler. Akılları sıra bu sefer de kefeni yırtmışlardı. Tecimbaz Bey ticaretine, Oygüç Sandık Bey siyasetinin başına geri döndü. Salonun bütün lambaları ölüm sessizliğinde söndü.