Anlat kızın ekmek tutuşunu
İçimdeki soylu kişiden utanışını
Annayı tutarken balık tutuyorum
Ekvator ağzıyla kolumu buzdan denize indirmişim
Kız içimde bir sarmaşık kelimesiyle büyürken
Arada bir kanla uslayıp
Seni anıyorum
-ey eski sevdiklerim-
Cahit Zarifoğlu
Hayatı da böyleydi aslında, o büyük telaş içinde parçalanmış gibi. Ama yine de kendi saatine programlanmış hâlde. Zamanın kıyıcılığına karşı bir önlem mi? Belki. Zaman insana kıyar çünkü. Üstelik acımasızlığını aldığı yerin -tam olarak- insanın telaşıyla hevesleri arasında salındığını bilmekteyiz. Bildiğimiz, bilmekte olduğumuz, bileceğimiz. Oysa bize bildirilen, telaş ve hevesin insanı öldürmekle meşhur olduğudur. Telaşımız, insan olma duygusuna doğru yürüdüğümüz uzunca bir yolsa mesela ya da heveslerimiz omzumuzdaki mecburiyetlerimizin altında ezilmemek için kullandığımız bir parola. Hafifletici nedenler ruhumuzu gerçekten hafifletmiyorsa, içimizden ikna olamadığımız diğer her şey gibi “ağırlığınca” yük olmaya devam edecektir bize. Yüklerimizden arınmayı istemenin yokuşunda, bütün mümkünlerin kıyısındaymışçasına...
Şair, kapalı gözleriyle ruhunu ateşe vermiş mavi elbiseli kadın’ı çiçeklendiği yerde yakalayıp -hayır onu kıstırıp değil- zamanı bir anlığına mühürlediğinde ne yapmış oluyor öyleyse? Telaş ve heves var mı burada? Sarmaşıklar içindeki kadın kendi sessizliğine yaslanıp bütün ruhuyla çiçeklere sarılıyor, yüzünde güller açıyor, gerdanında kızıl sümbüller, sırtında papatyalar. Boynundan süsenler dökülüyor, parmak uçlarına zambaklar yerleşmiş, dudaklarında laleler söyleşiyor. Kadın boylu boyunca çiçek bahçesi, mavi elbiseli, kendi ben’inden fışkırıyor sanki, kendi olmanın şafağında yalınkılıç bir savaşçı misali. Kan gülleri yok tacında. Bağrındaki dikenleri çiçeklerinden ayırt etmeden, alnını delen tohumlardan bakarak hayata, şair ne demişse sanki onun gölgesinde bekleyerek. Umutsuzluğun ilacı neydi Kierkegaard’a göre?
Işk Deriz Ona
Hangi Anna kanımıza çakıllar karıştırır? Godard’ın gözleri ömre bedel Danimarkalısı mı? Morlar içinde doğmuş, morlar içinde büyümüş İmparator Aleksios ile İmparatoriçe Eirene’nin bilgelikle sınanan kızı mı Tolstoy’un azap melek Karenina’sı mı? Hangi Anna varlığımıza hiç durmadan saldırır, hangisi paslı göğüs kafesimizden bembeyaz güvercinler uçurur, hangisinin sessizliğinde kalbimizdeki dalgalar köpürür? Hangi Anna’yı aklımızda tutarken gözlerimizde koca bir deniz belirir, sarmaşık kelimesiyle büyüyen içimizde, şairin işaretiyle; o kız. “Ah anlıyorum / Çünkü annanın / Anlaşılmaz bir gözaldanımıyla / İçimde bir gemi batırıp döndüğünü / Unutmadı / Yanlışlıkla / Onlara: / Beni unutmayacaksınız.”
Sarmaşığı ışk’a hizalayarak geldiğimiz yeri düşünüyorum. Halk etimolojisinin bunu gönül rahatlığıyla yapacağını biliyoruz çünkü. Şiddetle sevmenin yani yakıcı, zehirleyici, hırpalayıcı sevginin yolunun sarmaşığa çıkması, ışk’tan başlayarak kocaman bir anlam denizine ulaştırıyor bizi. Yayıldığı yerlerde sardığı bütün dalları kurutan, aslında âşığına acı vererek büyüyen sarma-ışk. Aşk varsa hâli budur; nicesi duymuş, çok azı tecrübe etmiştir. Aşk varsa nihayeti budur; bazısı bakmış, birazı görmüştür. Aşk varsa hâli budur; uğruna sefer eylenmiş, uğrunda ölünmüştür.
Halk etimolojisini hafife alamayız, kelimelerin köklerinden değilse bile görünenin geniş anlamından devşirilen yaygın içgörü’nün konusudur bu. Sarmaşık insanı sardıkça karşı konulamaz hâllerin tebarüz ettiğine şahitlik ederiz ilk önce, sonra etrafınız sarılmıştır anonsunu duymayı reddetmekle devam edecektir bu karşılaşma. Sarmaşık acı vererek büyür. Vazgeçmeyi istemek anlamsızdır, karşı koymayı denemek nafile. Ne çözebilirsin artık ruhuna atılan düğümleri ne de elini uzatarak çıkabilirsin bu cendereden. Cin saçı derler Anadolu’da sarmaşığa, her düğüm ruhuna yeniden acı verir. Ve çözdükçe düğümlenirsin.
Cahit Zarifoğlu’nun, her okuduğumuzda anlamını tazeleyip başkalaştırmayı sürdürdüğü gibi yeni kapılar ve yeni anahtarlar icat etmeyi de başaran “Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başlamış” adlı o destansı şiiri şu dizeyle açılıyor: “Gül kokuları çocukların kaburga kırıklarından geliyor.” Evet, eğer bu mümkünse yani bir şiirin bittiğine ikna olabiliyorsak Zarifoğlu destanının “nihayete erdiği” dize şiirin orta yerinde öylece duruyor. Böyledir, çözüldükçe düğümlenir.