Sırderya’nın kıyısında kubbeli, sekiz köşeli, esrarengiz bir kabir 1930’lu yıllara kadar varlığını sürdürür. Mezarın başında uzun bir sırığa takılmış, at kıllarından bir tuğ ve türlü renklerde kumaşlar vardır. Uzaklardan gelen adamlar burada adaklar adar, kurbanlar keser; kadınlar kızlar envaiçeşit derdine deva arar. Yazık ki mezar önce Sırderya’nın hırçın sularına yenilir sonra da zamana ve hafızaya…
Bu mezar Evliya Çelebi’nin Orta Asya’da 1647’de kayıtlara geçtiği Korkut Ata’nın kabridir. Çelebi Seyahatname’de kabir hakkında şu notu düşer: “Ziyaretgâh-ı Cebel-i Erbain (Kırklar Makamı) kırk adet kabr-i azim olup ziyaretgâh-ı enam ve ziyaretgâh-ı Horhut Sultan’dır, Şirvanlılar bu sultana mukettirler (inanırlar).”
Bütün Türkogların, tarihçilerin yıllarca peşine düştüğü bu kabir, bildiğimiz Korkut Ata’nın kabri midir yoksa Korkut Ata, mezarı olamayacak kadar eski bir efsane mi? Öyle sanıyoruz ki bütün ihtimaller doğru. Geçmişten bugüne Türk dünyasının kılcal damarlarına kadar işlemiş Korkut Ata türlü sıfatları kendinde toplamış biri. Hem bir bilgin, şaman, ozan, şifacı hem Hz. Peygamber zamanında yaşamış
keramet sahibi bir eren hem ölmediğine inanılan Hızır…
Kazaklar arasındaki meşhur rivayete göre Korkut, yirmi yaşında bir düş görmüş ve düşünde ona ancak kırk yıl yaşayabileceği haberi verilmiş. Korkut yel gibi süratli bir deveye binmiş, kimine göre kırk yıl kimine göre yüz yıl boyunca ölüm korkusuyla ve sonunda ölümün kendisini yakaladığı yere kadar ecelden kaçmış. Türlü ülkeler gezmiş. Bunlardan birinde ona bütün kazılan çukurların Korkut adında biri için olduğunu söylemişler. Korkut korkmuş, kendini kimseye tanıtmadan seccadesini suya sermiş, bir nehrin üzerinde yaşamaya başlamış. Azrail’in, canını suyun üzerindeyken alamayacağını sanmış. Ancak ölüm zehirli bir yılan kılığında gelmiş ve Korkut’u öldürmüş. Onu ırmağın sağ yakasına, dağın yamacına, kıyıya yakın bir yere gömmüşler. Kopuzunu da mezara koymuşlar. Öyle inanılmış ki Tanrı, kopuzun uzun yıllar boyunca sahibine ağlarcasına cumadan cumaya acıklı ve yanık sesler çıkarmasını istemiş. Kopuzun acıklı ve yanık sesini duyanlar bu ermiş hekimin Hor-hut, Hor-hut dediğini sanmışlar.
Gelin şimdi Korkut Ata’nın kopuzundan dökülen Oğuz’un hikâyelerine bakalım. Oğuzların Bayat kolundan olan Korkut Ata, Dedem Korkut ya da yaygın kullanımıyla Dede Korkut besmele çekip anlatmaya başlar: “Allah Allah demeyince işler yürümez, kadir Tanrı vermeyince er zenginleşmez...” Dede Korkut boy boylar, soy soylar, Boğaç Han’dan, Salur Kazan’dan, Bamsı Beyrek’ten, Banu Çiçek’ten, Deli Dumrul’dan, Basat’tan, Tepegöz’den ve daha nicelerinden haber verir. Kahramanlar doğaüstüdür; hikâyelerde aslanın yatağında büyüyen mi ararsınız, insan yiyen yarı peri adamlar mı, ağaç sökecek kadar güçlü çobanlar ya da ejderhalar mı?
Bu hikâyeler Kitab-ı Dedem Korkut adıyla ne zaman yazıya geçirildi bunu tam olarak bilemiyoruz. Ancak tarihçi K. Inostrantsev, düzyazı biçimindeki Oğuz menkıbelerinin XV. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı feodal soyluları arasında belirli bir dereceye kadar yaygın olduğu tespitinde bulunur ve o dönemde iktidardaki hanedanın birinin adının Korkut (II. Beyazıt’ın oğlu), ötekinin adının da (Korkut’un amcasının oğlu) Oğuz Han oluşunu buna kanıt sayar. Bu veliahtların doğum yılları XV. yüzyılın altmış, yetmiş seneleridir. Fuat Köprülü ve Pertev Naili Boratav da bu görüşe katılırlar ve Akkoyunlu Türkmen devletine işaret ederler.
Boratav, hikâyelerin bir sanat eseri hâline gelişinin Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın saltanatı sırasında olabileceğini söyler. Tezine delil olarak da şunları sıralar: Akkoyunlular kendilerini hikâyelerde “hanlar hanı” diye anılan Bayındır Han’a nispet ederler, olaylar Akkoyunluların hâkim olduğu Doğu Anadolu bölgesinde geçer, onlar da hikâyelerdeki gibi Gürcüler ve Trabzon Rumlarıyla mücadele etmişlerdir ve mukaddimede Kayı övülerek Osmanlıların kuvvetli olduğu bir devre işaret edilmiştir.
Kitab-ı Dedem Korkut’un Nüshaları
Dede Korkut Kitabı’nın bilinen en eski yazması Dresden Krallık Kütüphanesi, Fleischer Külliyatı arasında seksen altı numaradadır. Bu yazma yüz elli üç yapraktan oluşur. İlk yaprakta kitabın ünvanı Kitab-ı Dedem Korkut ala Lisan-ı Taife-i Oğuzhan diye verilmiştir. Gelişigüzel yazılan Osmanlıca nüsha, kitabın bir yazar tarafından değil de buradaki hikâyeleri bir toplulukta ağızdan dinlemiş bir kişi tarafından kâğıda geçirildiği ihtimalini düşündürür. Hikâyeler “han”a karşı anlatıldığından “hanım hey” hitabıyla başlar yine bu hitapla biter. Dede Korkut bu yazmada on iki hikâye anlatır ve yazma neredeyse bütün yazmalar için bir gelenek olan “temmet” (tamam oldu) sözüyle biter.
Diğer önemli nüsha ise Vatikan yazmasıdır. Vatikan Kütüphanesinde Türkçe yazmalar arasında yüz iki numarada kayıtlı olan ve ilk kez Ettore Rossi tarafından tanıtılan eser, başka bir risale ile bir aradadır.
Yüz dokuz yapraktır. Kâtip bazı hikâyeleri dışarıda bırakarak yalnızca altı hikâyeyle sınırlandırır kitabı. Dışarıda kalan hikâyeler “Deli Dumrul”, “Tepegöz”, “Kan Turalı” gibi hikâyelerdir. Yaygın yoruma göre kâtip İslam şeriatına uygun olmayan hikâyeleri dışarda bırakmıştır.
Gerek Dresden gerekse Vatikan yazmalarının üzerinde bunların ne zaman kâğıda geçtiklerini gösteren bir tarih yoktur. Ancak fikir verici ibareler mevcuttur. Dresden nüshasının kapağında “tarih-i vefat-ı Osman Paşa 993 (1585)” şeklinde bir not vardır. Bu Osman Paşa, kuvvetle muhtemel Yemen Beylerbeyi olup Sultan III. Murat zamanında İranlılar ile yaptığı savaşlarla Tebriz’i aldığı yıl (1585) serdar ve sadrazamken ölen Özdemiroğlu Osman Paşa’dır. Bununla birlikte Vatikan nüshasında kitabın kime ait olduğunu gösteren bir not ve tarih vardır: “Seyyid Ahmet bin Seyyid Hasan Defteri, Kahire’de yerleşmiş, Muharrem 1000 (Kasım 1591)” Kitap Seyyid Ahmet’ten sonra Kahireli Elvan isimli bir şahsın eline geçmiştir fakat bunun tarihi yoktur. Ayrıca 1204’te (1615-16) kitabın sahibi tarafından Kudüs’teki kardeşi Mustafa Efendi’ye gönderildiğini bildiren üçüncü bir kayıt daha mevcuttur.
Dede Korkut Kitabı’nın keşfedilmeyen pek çok nüshası olmalı ki 2019 yılında Azerbaycan’da yeni bir yazma daha gün yüzüne çıkmıştır. Salur Kazan’ın ejderha öldürmesiyle ilgili bu boy sayesinde destanın on iki hikâyeyle sınırlı olmadığı kanaati kuvvetlenmiştir.
Dede Korkut Kitabı ülkemizde ilk kez adını Divan-ü Lügati’t-Türk’ten, Kutadgu Bilig’den Atabetü’l-Hakayık’tan tanıdığmız meşhur Kilisli Rifat tarafından Arap harfleriyle 1916’da yayımlanır. Latin alfabesiyle olan ilk çalışmayı ise Orhan Şaik Gökyay 1938’de yapar.
Kitab-ı Dedem Korkut
Anakronik Bir Metindir
Fuat Köprülü ya da Boratav gibi araştırmacılar Dede Korkut’a bir tarih vermeye çalışıp Akkoyunluları işaret etse de işin özünde bu tür metinleri belirli bir tarihsel döneme hapsetmek pek de mümkün değildir. Azeri tarihçi Kamal Abdulla’ya göre Dede Korkut’ta belirli bir dönemin edebî ve estetik özelliklerini aramak gökteki yıldızları tek tek sayıp sayısını belirlemek kadar boşuna bir zahmettir. Çünkü bu destan da kendisiyle aynı kaderi paylaşan birçok eski dünya destanı gibi anakronik bir metindir.
Abdulla bu fikri daha da ilerletir. Dede Korkut Destanı’nı mitler döneminin sonlarına, ilkel insanın doğanın koynundan yeni yeni kopmaya başladığı çağa kadar götürüp bırakır.
Basat’ın hikâyesini hatırlayalım. Aruz Koca’nın oğlu Basat, çocukken bir av sırasında kaybedilir. Yıllarca ormanda bir aslanın ininde başka bir ifadeyle “doğa”nın koynunda büyür. Basat’ın hayatının bu dönemi onda çok güçlü bir etki bırakmış olmalı ki Basat bulunup babasının evine getirildikten yani bir anlamda “medeniyet”e dâhil edildikten sonra burada durmak istemez yeniden ormana, aslan yuvasına döner. İlkel toplumların gelişme aşamalarından birisi olan doğadan medeniyete geçişin sıkıntılı yolu edebî bir model olarak Dede Korkut Kitabı’nda kendini bu şekilde ortaya çıkarır. Böyle bir estetik genelleme destana özgü eskiliğin hangi düzeyde olduğunu açık biçimde gösterir.
Mitolojik tasavvurun hüküm sürdüğü dünyada insan akıl sır ermez tabiatın ayrılmaz bir parçası sayılır, tabiat insan gibi canlı, yaşayan ve nefes alan bir organizmadır. Bu nedenledir ki Basat kendisine babasının adını soran Tepegöz’e şöyle cevap verir: “Atamın adını sorarsan kaba ağaç, anamın adını sorarsan kükremiş aslan.”
Örneğe yine Basat’ın hikâyesinden devam edelim, Basat’ın Tepegöz’ü öldürmesine gelelim. Tepegöz destandaki en ilginç karakterdir. Babası çoban, annesi peri, tek gözlü, doymak bilmeyen ve insan yiyen bir devdir. Mitolojik devrin gözüyle bakarsak Tepegöz kaosu başka bir ifadeyle belirsiz doğayı temsil eder. Basat çocukken aynı evde birlikte yaşadığı Tepegöz’le savaşır, devin et olan tek yeri gözüdür. Basat kızgın okla devi kör eder. Biz kardeşiz bana kıyma, demesine rağmen artık dönüş yoktur, Tepegöz’ü öldürür. Çünkü medeniyetten tabiata dönüş yoktur, Basat böylelikle kozmostan kaosa giden yolu kapatır.
Tabii Basat’ın hikâyesi sadece bir örnek, onun gibi pek çok ilginç misaller var destanda; hiçbir kahramanın ölmeyip sadece Beyrek’in ölmesi, Banu Çiçek’in düzene aykırı hareket etmesi, Deli Karçar’ın Dede Korkut’u öldürmeye yeltenmesi… Bunların hepsi kaostan kosmosa geçişin örnekleridir. Destana bu gözle bakarsak diyebiliriz ki Dede Korkut Kitabı bir köprüdür. İnsan topluluğunu kadim bir devirden öbür devre geçiren bir köprü, tabiattan medeniyete geçiş köprüsü.
Fuat Köprülü boşuna dememiş, “Bir kefeye Türk edebiyatını bir kefeye Dede Korkut’u koysanız Dede Korkut ağır basar.” diye.
Kaynakça
Ayşegül Çakan, Dede Korkut Hikâyeleri, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul: 2023.
Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yay., İstanbul:1981.
Kamal Abdulla, Gizli Dede Korkut, Çev. Ali Duymaz, Ötüken Yay., İstanbul: 2012.
Kamal Abdulla, Dede Korkut Kitabı’nın Poetikasına Giriş, Çev. Ali Duymaz, Ötüken Yay., İstanbul: 2020.