Var Mı Yok Mu?

Yok, sinelerimizde yokluktan çıktığı hâlde varlığına mana verebilen bir kalp. Yok, ucu yırtık kâğıtlara titreyen bir yürek. Yok, gözümüzde dünyanın fâniliği. Yok, ruhumuzda kırılan haysiyete şifa olacak bir atılım. Yok, sevgimizde mahrem açan çiçekler. Yok, kardeşliğin renklere bağlı olmayan kuşatması. Yok, kırgınlığın, zulmün, başıboşluğun set bulacağı bir baraj. Yok, insanda bozulmaya dönen girdabın sığdığı bir şeytan üçgeni.

Yok, topraktan gelenin toprağa gidecek olanı kinle, silahla, hırsla, gözü dönmüşlükle toprağa vermesinde bir merhamet. Yok, kırlarda koşması, hayvanlarla koklaşması, ağaçlara tırmanması, meyveleri taşlaması, bir ağacın gövdesine sırtını yaslaması gereken bir çocuğun karanlık gecelere, bomba seslerine, kurşunlara, çamurlu çadırlara mahkûm edilmesinde bir izah.

Yok, dünyanın insana yetmemesinde, insanın Kabilleşmesinde, kurak ve çorak duygular peşinde koşarak Yaratıcısının cennetine, çağrısına tepkisiz kalıp cenneti minnet bilenleri küçümsemesinde bir hayır. Yok, kuru söylemlere kapılan insan selinde kurtuluş köprüsüne çıkmak isteyenlerde bir direnç.

Yok, geçtiğimiz yüzyıllarda gelişim, insanlık, kardeşlik, hürriyet nidalarının atıldığı Batı cephesinde değişen bir şey. Yok, kilisenin esaretinden kurtulduğunu ilan eden, üstün insan hayallerinin sevkiyle ve zevkiyle dört köşe olan, kendini Yunan tanrılarının masallarıyla avutan ve onlara özenen Avrupalının heybesinde günahtan başka bir sermaye. Yok, Amerika’nın var ettiği hayal âlemi ile yok ettiği gerçek âlem arasında sanal sahtelikten gayrı bir çarpık ilişki.

Yok, insanlar arası iletişimde yeni çıkan iğneleyici, can yakıcı, göz korkutucu, caydırıcı modern savaş araçlarında ve kalp kırıcı, onur yaralayıcı, muhabbet buharlaştırıcı, anlayış savıcı, vicdan körleştirici her türlü dokunmatik dramda bir kesinti. Yok, fizikî haritamızda görünmeyen merhamet kuyularımızdan fışkıran iyiliklerin biriktiği kumbaralarımızın kapaklarına korsan isimlerini yazanların yüzlerinde bozarmış bir kızarıklık.

Var, insanın tabiatından koparak tabiata çalım atma, üstünlük taslama ve sömürme faaliyetinin doruğa çıkmasında elim ve acı bir sona doğru hızla ilerlediğini gösteren bir kesinlik. Var, karakterde soyluluğun yazı karakterlerinde kaybolduğu, karakterin kara kraterlerde can çekiştiği, insanların tükettikçe azaldığı, azaldıkça azdığı, başkalarının cehennem olarak görüldüğü, kirliliğin gürültüde, ekranda, havada, karada ve suda haddini aştığı ve münafıklaştığı bir çağda yaşamanın dayanılmaz ağırlığı.

Var, teknoloji gurularının muhtaç insanlara temel ihtiyaçlarını ulaştıramamasında fakat Mars’a koloni kurmak konusunda azimli olmalarında bir garabet. Var, medeniyetin deniyetinden kaçmış zulme uğrayanların sığınağı olmuş, imparatorluk yıkan ama “Şah-ı aşkam gam beyabanı bana kişver yeter” diyen Fatih’i, “Şah oldur ki kulluğun etti senin / Kulun olmayan şah geda yaraşır” deyip Allah’a kulluğu devlete baş olmaya yeğ tutan Beyazıt’ı, “Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır / Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi” diyen Kanuni’si ile idrak, irade gücü ve dava azminin temsilcileri sayılacak kıymetlerimiz varken başka tarihlerin piyonlarını baş tacı edenlerin tuzaklarına düşen neslimizde bir şuur kaybı.

Var, gençliğin önüne kazılan çukurların genişlediği, arsız hecelerin seslendirildiği, duyarsız imajların gözlere saldırdığı ve gönülleri kararttığı, “demiş”in ve “yapmış”ın dillere yapışkanlaştığı, üstümüze vazife olmayanların vecibe addedildiği, programların programlamak için programlandığı, yaşın kurunun yanında yanmaya âdeta zorlandığı ve yaşa kaçacak bir yer bırakılmadığı bir dünyada “huzur sokağı”na duyulan hasret.

Var, gündüzümüzü dümdüz etmeye, gecemizi sükûnetten keşmekeşe döndürmeye cüret eden akışkan bir biçimsizlik canavarının kolladığı masum kalplerin ritimlerinde bir bozukluk. Var, düşmanımızı bile teşhis etmemize izin vermeyen sistem hatalarıyla malul ağların pençesine düşmüşlüğümüzü perde gerisinden otuz iki dişle seyredenler için ceza gününe ertelenen bir karşılık.

Var, hep beraber bizi içine çeken düşmüşlük sendromundan nemalanarak ayağa kalkmamıza fırsat vermeyen ve efendicilik oynayanların kursaklarında bırakacağımız bir heves. Var, insanın bozduklarından, yıktıklarından, yaktıklarından sonra kalanlar üzerinde küllenen ateşten tamamlanacak bir nura ulaştıracağına inandığımız Yaratıcının yarattığından vazgeçmeyip meleklerine hitaben “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” diyerek kolladığı insanoğluna karşı beslediğimiz bir umut.

Var, tozlu rafların bilgeliğine sığınmış, robotik mantık ve soğukluğun pençesinden kurtarabildiği kadar türdeşini kurtarmak isteyen insanların dünyadan arta kalanlarla neler yapabileceğine dair ütopyaların arttığı bir edebiyat. Var, geleceğin bu mekanik, duygusuz ve hoşgörüsüz tablosunu çizen şeytani planların tersine çevrileceğine dair rahmani bir müdahaleye olan itimadımız.

Yoksa, yokuz.