Tenha

İçimde bir yol buldum. Sonsuza kadar gidiyor gibi gelince, yola düştüm. Dar, patika, az buz taşlı, çokça topraklı bu yolun kıyısı yemyeşil barılıklarla kaplıydı ki geçit vermez cinsten. Tam istediğim gibi. Beni kimselere, kimseleri de bana göstermez, bu yolu yürümek beni yormayacak, yalnız kalıp insansız insanı düşünecektim… Kaygıları, korkuları, varmaz durmaz anlamları içimde avutup kendimce dürtükleyecektim. İnsandan yana hiç şansım olmadı. Belki de bu benden kaynaklıydı. Başlarken hoş, biterken nahoş iletişim hâllerinden yorgun düştüm. Hayır, anlamadığım nerede hata yaptığımdı. Bilsem de değiştirsem içim rahat edecekti. Önce böyle düşünürdüm. Ta önceleri. Gençken. Yaş kemale ermedi belki ama yarıladım say gitsin. Öyleyse insandan, hâllerinden, bulup verdiklerinden hiç mi bir şey almaz insan? Almamışım demek. Öğrenemedim gitti insanımsı insansızlıkları… Var gibi. Ol gibi. Yok gibi. Sev gibi. Bil gibi… Hep ama hep gibi! Ya gerçek? Gerçek nerede? Her anlamda gerçek olan nerede? İşte bu tenha/insandan tenha yolu yürümeye bu sebeple karar kıldım. İnsansız insanı düşünüp yapboz tahtasına dönen iletişim dilini anlamaya çalışacaktım… Birden bir kuş öttü. Kuşlara alışkındım.

Bu bir alakargaydı ki kuyruğu ile kanadı arasındaki turkuaz büyü, bana yola neden düştüğümü unutturdu. Ben adımladım. O kıpırdadı. Öyle göğem dallarından karamuğa. Karamuktan böğürtlene. Böğürtlenden öküzgözlerine uçuşup kıpraşıp durdu. Arada öttü. Ne güzel öttüğünü düşünürken irkiliverdim. Belki de bir şarkı söylüyordu. Nedensiz, saf bir şarkı. Kalbimin her telinde ince, zarif, derin bir yeri titreten. Duru bir ton. Uydurulmamış. Çalıntı/alıntı değil. Benzer hiç değil. Sanatın ta kendisi bu ton beni kendimden geçirdi…

Doğa insanın hoyrat elini zarifçe, kendi saflığıyla itip renklere, seslere, umutlara çeviriyordu… İyi de nasıl? Biz insanların evrenin her yerine değmiş bazen kirli bazen sesli bazen vurup kırıp ellerinin bozup tükettiği hatta felç ettiği gidişatı yeniden ve yeniden kendine nasıl getiriyor, çabucak nasıl onarıyordu doğa? Anlamlar üzerinde düşünmeye çalışarak yolu yürümeye devam ettim. İleride bir açıklık gördüm. Kuşburnu çalıları ile perdelenmiş ama sesi duyulan bir su vardı. Yaklaştım. Dikenli çalıları elimle aralayıp suya baktım. Kendince, dilince, gönlünce durmadan akıyor ve duru tonlu şarkısını söylüyordu.

Kimseye aldırmadan. Kimseyi duymadan ve kimsenin umuduna, dününe, yarınına galebe çalmadan yapıyordu bunu… İnsan ne hoyrattı! Ne hoyrattık sahiden! İncitmeden, acıtmadan geçip gidemiyorduk Tanrı’nın yazdıklarının içinden ya da dışından. Mutlaka dokunacaktık. Kıracaktık. Bozacaktık. Kendi aklımızın öngördüğü şekle sokacaktık sessizliği. Değiştirmek değildi bu. Bu onarmak da değildi. Egomuzun emrinden çıkamıyorduk zira. Vur diyordu. Öldür diyordu. Daha çok var, ölse ne olacak diyordu. Biz de ona uyuyor ve dünyayı imar ediyorduk kendimizce… Sonra dönüp, ne güzel işler yaptık biz olmasak böyle olmazdı, diyorduk…

Suya baktım. Sessiz ve derin ve duru ve öylece akıp gidiyordu. Şifasını hem toprağa hem taşa koyarak. Bir şey beklemeden… İnsan bekler. Beklentisiz olması oldukça anlaşılmaz, hastalıklı bir durumdur. Verirsen alırsın bu zamanda… Eskiden komşu komşunun kapısını çalar bir tabak uzatır hâl hatır sorardı… Şimdilerde kendi kapımızı açmaya vaktimiz ve takatimiz yok ki! Oldu da kapı çaldı. Yan, karşı, üst, alt komşudan bir şey uzatıldı… Misliyle iade edilecektir! Bizde yok mudur? Görgü göresek görsün, denilerekten hemen karşılığını ödemek düşüne yatarız… Öyle miydi eskiden? Eski yok artık. Suya bakalım. Akıp giden suya. Turkuaz kanatlı alakargaya ve yürüyüp durduğum yolu perdelemek için birbirlerine sarılan barılıklara…