Büyürek Meseleler

Böylesi bir ön kabul, yegâne hayat sırrı sanıp altını çizdiğimiz nice güzel cümlenin gerisinde kişiye özgü birtakım patetik yanılgılar bulunduğu şüphesini her daim saklı tutsa da yazarların dünyasında bazı nesneler büyük çağrışımların kapılarını aralayan anahtarlara dönüşebilir. Masasının çekmecesine çürük elma konulmamışsa kalemi kâğıtla buluşturamayan o filozofun takıntısı değil sözünü ettiğim. Yazma eyleminin kendisine felsefi derinlik kazandırma amacı da taşıyan daha ilkesel bir tutum, bir bakıma şahsi mihenk noktası. Bende o anahtar, duvardır. Deneyimlerimize sırtımızı yaslayıp şimdiyi tüm algı genişliğimizle görmemizi sağlayan duvarlar...

Meğerse gerçeklerin kimi zaman, peşin kabulleri tersyüz etme mahareti de varmış. Bunu bana Filistin’de karşılaştığım duvarlar söyledi. Yerleşim yerlerini birbirinden ayıran o biçimsiz Apartheid soğukluğu hiç de metaforik zenginlikler vadetmiyordu; tek işlevleri, insanlığın etrafını çevreleyerek mahkûmiyete aracılık etmekten ibaretti. Öte yandan aynı ziyaret sırasında “idamlık zeytin ağaçları”yla karşılaştığımda, Filistin topraklarında bazı sıradanlıkların metafora dönüşebileceğini de öğrendim.

El Halil’e gidiyorduk. Otobüsümüz kontrol noktasında durduruldu. Sağ yandaki nöbetçi kulübesinde siyahi bir İsrail askerinin, çapraz tuttuğu tüfeğiyle ilerideki zeytin bahçesinden tarafa baktığını gördüm. En fazla iki metre yüksekliğindeki ağaçlar tepelerinden tellere bağlanmıştı. Bunun bodur zeytin yetiştiriciliğinde kullanılan yöntem olduğunu elbette biliyordum. Çabuk yetişip birkaç yılda meyve vermeye başlayan kısa ömürlü bodur zeytinler beton direkler arasına çekilmiş tellere bağlanarak ayakta tutulur. Gelgelelim mekân Filistin olduğunda, -tıpkı metaforların acı hakikatlere dönüşebilmesi gibi- sıradanlıklar imgesel anlamlar kazanabiliyordu. O an, zeytinle özdeşleşmiş bu topraklarda, meyveleri çocukların kara gözlerine benzeyen bu umut müjdecilerinin de idama mahkûm edildiğini düşündüm. Hani zeytin yaprakları barışın simgesiydi? Hani onlarda özgürlüğün paha biçilmez sesi yankı buluyordu? Umut mahpustu artık ve eli silahlı askerler sırf barış ve özgürlüğe ilham veriyor diye zeytin bahçelerinin etrafında gardiyanlık yapıyordu.

Filistinli yazar Ziyad Haddaş’ın küçürek öykülerden oluşan Filistin Demek kitabındaki “Zeytinyağı” öyküsüyle karşılaştığımda o ağaçların hazin yalnızlığını olanca burukluğuyla yeniden hissettim. Öyküde, İsrailli kadın bir askerle Filistinli topal bir gencin aralarında geçen konuşma anlatılıyor. Asker, kontrol noktasında kimliğinin belirlenmesi için bekletilen gence, önündeki yağdanlıkların ne olduğunu sorar. Aldığı “yağ” ve “zeytin” cevapları üzerine de “Ne zeytini, ne yağı? Sen aptal mısın?” der. Uzaktan bir ihtiyar, gence seslenir: “Oğlum ona de ki zeytinyağı demek, Filistin demek.”

“Zeytinyağı” büyük ihtimal otobiyografik bir öykü. O gergin an, bir tarafın sesindeki o küçümseyici nefret, diğer taraftaki –her şeye rağmen- öz güven ve dik duruş fazlasıyla gerçek çünkü. Değilse bile benzer sahnelerin denetim noktalarında hemen her gün tekrarlandığı muhakkak. Ve insan, bir coğrafyanın uzaktan anlatılmasıyla o coğrafyanın içinde doğup büyüyenlerin anlatması arasındaki farkı bu kısacık öykü aracılığıyla anlıyor. Zira Filistin’i görmemiş olanlara denetim noktalarını ve Apartheid duvarlarının -sözüm ona- geçitlerinin önünde sıra bekleyen insanların yüzündeki çaresizliği hakkıyla anlatmak zor.

Kendisi de bir öğretmen olan Haddaş, öykülerinde mesleki deneyim ve gözlemlerinden fazlasıyla yararlanmış. Kız çocukları, ağaçlar, kentleşmenin tahrip edici etkileri, hatıralar, mülteci kamplarındaki yerleşimciler, dilenciler, kalabalıkların şehri çirkinleştirmesi... Özellikle de yalnızlık ve özlem.

Herhâlde Filistin’de doğmuş olmak dünyaya geldiğin andan itibaren daima sıcaklığını hissedeceğin bir özlemi de beraberinde getirmek olmalıdır. Zira zorlasan yürümeyle dahi ulaşabileceğin bazı şehirlere ulaşman ya imkânsızdır ya da binbir meşakkat gerektirir. Haddaş’ın öykülerinde o özlem duygusunu olanca samimiyetiyle tatmak mümkün. Yafa’nın kapıyı çaldığını hayal ediyor Haddaş’ın anlatıcıları, gözleriyle Akka’yı ziyaret ediyor, Akka’da Filisitin’den gelecek toprağı bekleyen adamları görüyor, içinde Kudüs’ü taşıdığı oluyor. Böyleyken umudunu hep sürdürüyor.

Filistin Demek, bireysel konulu öykülerin hâkimiyetine rağmen meselesi olan bir kitap. Aslında böylesi kitaplar hakkında bir şeyler yazmak, ikircikli bir zorluğu gönüllü kabullenmek gerektirir. Başta üslup olmak kaydıyla ilkin teknik meseleleri görmek ister kalem. Oysa metnin birincil amacı, nitelikli bir kurguyu okurun önüne koymak olduğu kadar insani bir meseleyi akıllara düşürmek ve körelmiş gözleri açmaktır.

Bu ayrımda hangi tarafı öne çıkaracağını bilemezsin. İşte bu yüzden Haddaş yürekten bir teşekkürü hak ediyor. Hem meseleyi hem edebî niteliği dert edindiği çok belli. Eleştirmen yahut okuru içi rahat biçimde okumaya ve meseleleri görmeye bırakıyor.