İnsana dair her şey nasıl ki sanatın konusu oluyorsa doğanın bütün unsurları da sanata kaynak ya da malzemedir, diyoruz. Ve hemen peşinden ekliyoruz: Tabii ki bunları işleyen yine insandır; kendisini doğanın bir parçası, yaratılmışlardan bir yaratılmış addeden insan eline geçeni; tıpkı presini, çekicini, örsünü hazır edip bir kalıbın içinde demiri döven usta gibi vura vura şekillendirir.
İyi de tabiatın var mı bundan haberi? Gül, adına düzülmüş methiyeleri duydukça daha mı güzelleşir; bülbül, şairin ona yoldaşlığını bildikçe teselli mi bulur? Elbette hayır. Ustanın çekiç darbeleriyle bir değişim kaçınılmaz ama diğerinde, tabiat sanata konu edildiğinde şekillenen yine insan, onun duygularının bir kılıfa büründürülmesi.
Mesela Malatya türküsü duyarsın radyoda: “Bir ay doğar ilk akşamdan geceden / Neydem neydem geceden…” Yürekleri yakan, kavuran bu ezginin belirleyeni aydır. Ay doğmuştur ve olanlar olmuştur. Oysa sadece Allah’ın nizamı üzere gece ve gündüzün düzeni sürüyordur, devri daimin ezeli yolculuğu milyonlarca kez olduğu gibi kuzey yarım kürenin karanlık zamanına denk gelmiştir. İnsansa aya bakıp hüzünlenir ama onun doğuşu engellenemez. Şavkı pencereden, bacadan bir yolunu bulup evlere girer. Aslında bu Malatya türküsünün anonim sanatçısının derdi ayı anlatmak değildir. Gaye, uykusuz kalan sevdiğine halini hatrını soracak yolu bulmaktır da ayın doğuşunu bahane eder işte. Ay, divan şairlerinin duygularını ifade ederken en fazla yararlandıkları benzetme unsurları arasında. Zaten her daim sevgilinin iltifatından mahrum kalan âşık; gülde, nergiste, sümbülde sevgilinin suretini arayıp teselli bulmaya meyyal. Geceleri ortaya çıkan ay da bu ihtiyaca pekâlâ cevap verebiliyor. Ahmet Paşa işe ayın doğuşuna bir amaç belirlemekle başlar: “Bezminde yanan şem’den uyarmağa kandil / Her gece gelir revzenine mâh-ı mu’allâ”
Şair, gece güneşinin asıl işlevinin ne olduğunu söylemeye çalışıyor. Ayın görevi, sevgilinin meclisindeki mumdan kandili uyarmak için yani onun yanması gerektiğini hatırlatmaktır. Divan şairleri tabi olayları daha güzel bir sebebe dayandırmayı severler. Bu beyitte de Ahmet Paşa, her gece doğan, pencereden ışığı vuran bir gök cismine güzel anlamlar yüklemiştir. Rutinleşen bu olayın öznesi olan ayı yine bambaşka güzel sebeplere bağlayan şair hassasiyetinin derdi, tıpkı halk türküsü gibi sevgilidir. Gelişiyle âşığa sevdiğinin hatırını soracak ortamı sağlayan şey şimdi de hatırlatıcı işlevdedir. Ancak şairlik tacıyla hükümdar olabilmiş Cem Sultan’daysa ay, ilahi büyüklüğün delaletidir: “Hükmün ile mihri eylersin felekde bî-karâr / Emrün-ile mâhı idersin gâh bedr ü geh hilâl”
Allah dünya üzerinde hükmünü iki büyük ışık kaynağıyla yayar. Hükmüyle güneşi gökyüzünde kararsız bırakan O’dur. Bir emriyle de ayın hâlini çevirir. Bazen dolunay, bazen hilal olan ay yine yaratıcının alametidir. Gün ve gece şaşmadan bir sistematik üzere hareket eder.
“Hâk-i pâyuna yüzin sürmek içün şems ü kamer / Ser-i kûyuna gelür şâm u seher döne döne” mısralarında, bilimsel bir açıklamaya edebîce sebepler bulurcasına konuşan Mihri de yine güzel, güzel olduğu kadar tatlı gerekçelerle çıkar okurun karşısına. Sevgilinin mahallesine gelen gece ve gündüzün asıl amacı aya ve güneşe yardım etmektir. Ay ve güneş, sevgilinin ayağının toprağına yüzünü sürmek için döne döne gelir. Gelir de ne olur? Mihri açıklamayı sürdürür: “Benzeyem deyü kemân ebrûlarıyla hüsnine / Gâh bedr eyler kamer kendüzini gâhî hilâl”
Sevilenin güzelliğine bilhassa keman kaşlarına benzemek için dolunaydan hilale, hilalden dolunaya döner durur. Ayın en belirgin özelliği ışığıdır. Cılız ve sönük bir ışık değil, tüm dünyayı aydınlatacak geceye rekabet edecek kadar ışığını yayar. Parlaktır bu ışık. On altıncı yüzyıl şairinden Zati de onu parlaklığına vurgu yapar ve şöyle der: “Nola ger ‘azm eylesek ol mâh-ı tâbândan yana / Gönlümüz rûşenlik ister mâh-tâb andan yana”
Şair, o ışık saçan aydan yana dönüldüğünde ne olduğunu soruyor. Peşinden de cevabını veriyor: Zira gönül aydınlık istemektedir. Şairin burada, hayatın merkezine sadece sevgiliyi koyduğu için başkaları tarafından ayıplanan tüm âşıklar adına konuştuğunu düşünebiliriz. Buna göre âşık, siması ay parlaklığındaki sevgiliden yana dönecektir zira hasret yüzünden karalar bağlamış gönlü biraz şenlenmek istemektedir.
Tabii ister türküleri dinlerken, ister şiirleri okurken aya dair kabuller karşımıza çıktığında şunu sormadan edemiyoruz: Acaba gerçek aşkları unuttuğumuz için mi aya başka gözlerle bakmayı bıraktık yoksa ayı kendi devridaimine terk ettiğimiz için mi gerçek aşklar bize küstüler?