Hastanenin kasvetli, kargaşa dolu, ilaç kokulu koridorlarında beklerken karşılıklı banklarda oturan iki kız çocuğu takıldı gözüme. İkisinin de en az benim kadar sıkıldığı gözlerinden anlaşılıyordu. Uzun zamandır birbirlerine bakıp duruyorlardı. İlk adım bir atılabilse devamı gelecekti ama ikisi de çekiniyor harekete geçemiyorlardı. Sarı saçlı olanın annesi çantasından iki tane şeker çıkardı. Karşıdaki çocuğu gösterdi. Şeker aralarındaki iletişim için ilk adım olmuştu. Tatlı tatlı konuşmaya başladılar bu hâl bana çok tanıdık gelmişti.
Çocukluğumda ne zaman bir yerlere gitsek gittiğimiz yerdeki çocukla arkadaşlık kurmak için can atardım ama çekinip utandığımdan ona bir türlü yaklaşamazdım. Bir şekilde kaynaşıp anlaştıktan sonra oyunun en heyecanlı yerinde eve gitme vakti gelirdi ve ben çok üzülürdüm. Son paranla Maraş dondurmacısının türlü numaraları sonrasında zorla alabildiğin külahtan henüz bir ısırık almışken dondurmayı yere düşürmek gibi bir his, öyle bir ortada kalış. Yarıda kalan her oyun hayal kırıklığı olarak yerini alıyor hatıralarda.
Ama bu durum bizim misafir olduğumuz zamanlarda geçerli bir durumdu. Çoğu zaman biz ev sahibi olurduk, böyle olunca misafir çocukları ile kaynaşmak benim için daha kolaylaşırdı. Evimizde sedirlerin altındaki minik dolaplarda, poşetin içerisinde dururdu oyuncaklarım. Evimize bir çocuk mu geldi hemen çıkarıp dökerdim. Oyuncaklarla oynarken de hemen kaynaşırdık.
Hiç unutmuyorum o gün anneannesiyle birlikte bir kız geldi. Ekose eteği üzerine beyaz dantelli gömleği, özenle taranmış kurdele ile bağlanmış saçları oldukça güzeldi. Bu görüntüsüyle fazlasıyla havalı hatta kibirli bile denilebilecek bir çocuktu.
Öte taraftan bizim evde misafir denince akan sular dururdu. Hatta onlar istemeden akıllarından geçirdikleri şey tahmin edilip öncesinde hazır bulundurulmalıydı. Her şey eksiksiz ve kusursuz olmalıydı. Ama o günkü küçük misafirimiz ne yaparsak yapalım bir türlü mutlu olmuyordu. Öyle olunca yanındaki anneannesi de huzurla oturamıyordu. Annem kısa bir süre sonra göz hareketiyle talimatı verdi. Ben de emri almış asker gibi görevimi yerine getirmek için oyuncaklarımı sedirin altındaki dolaptan çıkardım. Bu andan itibaren benim asli görevim bu kız çocuğunu mutlu etmekti. Misafir mutlaka memnun edilecekti, çocuğun sızlanması kesilecek kadın da huzurla oturacaktı. Annem de konuklarını mutlu etmenin gururuyla girecekti akşam yatağına.
Hemen işe koyuldum onun ilgisini neyin çekeceğini iyi biliyordum. Deniz kabuğu vardı oyuncaklarımın arasında, deniz kabuğu kesin dikkatini çekerdi. Bak bunun içerisinde deniz var inanmazsan dinle, dedim. Eline aldı, kulağına götürdü. Ama kısa sürdü bu durum. Deniz kabuğunu bırakıp memnuniyetsiz bir ifadeyle kollarını bağladı. Bende biter mi numaralar? Hacdan gelen resim görüntüleyici fotoğraf makinesi vardı. Onu bulup verdim oyuncakların arasından. Bir süre oyalandı onunla. Ben legolarla küçük bir mahalle inşa etmekle meşguldüm o da birbirinden farklı oyuncakların büyüsüne kapılmıştı. Birini alıp diğerini koyuyordu. Yüzündeki memnuniyetsiz ifade değişmese de en azından ağlamıyordu. Sonra bir şey buldu. Benim çok kıymet verdiğim, yengemin bana hediye olarak verdiği kolyeyi. Onun burada ne işi vardı diye kendi kendime düşünürken misafirimiz kolyeyi sahiplenmişti bile. Bir süre dikkatini başka bir şeye çekmek için uğraştım ve bunu başardığımda kolyeyi alıp sakladım. Gitme zamanı geldiğinde kolyeyi aradı, bulamayınca başladı ağlamaya. Ee tabii annemin ricası üzerine getirip gönülsüzce verdim kolyeyi. Bu olay olmasaydı büyük ihtimalle o gün de o kolye de bugünkü kadar aklımda kalmayacaktı. Yıllar sonra hastane koridorunda o iki çocuğu gördüğümde bu olayı kalp kırıklığıyla, hüzünle değil mutlulukla hatırlardım.
*“Sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat, Combray’da pazar sabahları Leonie halamın günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadıydı.”
Bu köşe, Marcel Proust’un Geçmiş Zamanın Peşinde adlı eserinden ilhamla hazırlanmıştır.