Modernliği Aşma Tecrübesi Olarak Yahya Kemal

Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;

Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.

Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,

Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.

Ruh arar başka teselli her esen rüzgârda.

Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!

Yahya Kemal Beyatlı

Daha önce bu mecrada bilindik anlamıyla modernleşme macerasının dünyadaki birtakım gelişmelerle sonuna gelindiğine dair gözlemlerimizi ifade etmiştik. Bu yazıda kendi modernleşme hikâyemiz üzerinden önemli gördüğümüz hususlara değineceğiz.

Şu hususun altını bir kez daha çizelim: Çok uzun bir zaman dilimindeki gelişmelerle alakalı olarak bu hikâye (modernleşme, Batılılaşma) Türkiye’nin bütün enerjisini, düşüncesini, sanatını, edebiyatını çekip söndüren bir kara deliğe dönüşmüş durumda. Hayatımızın hiçbir alanını modernleşme çabalarımız olmadan anlamlandıramıyoruz. Çok basit sorunların tahlilinde bile iki yüz yıl öncesinden başlıyoruz sorgulamaya. Miladi 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken bu hikâye kalıbının, bu bitmez tükenmez kıyasın (biz ve onlar, Doğu ve Batı, Müslümanlar ve diğerleri) bizi artık serin sulara götürmeyeceği ufaktan sezilmeye başlandı.

Batı dışı kadim toplumların bu maceranın sonuna geldiklerini özellikle Rusya, Çin, uzak pasifik gibi büyük toplumların, Batılılaşma ve modernleşme arayışı dışındaki çabalarına dikkat çektik.

Biraz da bakışlarımızı içe çevirerek kısa bir tarihçeden sonra özellikle Yahya Kemal üzerinden Türk modernliğini aşma çabasını tartışmaya çalışacağız. Türk modernleşmesini burada uzun uzun anlatmaya hacet yok. Meraklısı için iyice suyu çıkmış bir hikâye bu. Meraksızların zaten böyle bir derdi yok. Ama kısaca Osmanlı ve Müslüman dünyanın Batı yakasında gelişen “yeni düşünce” karşısında hemen her şeyini yitirdiğini söylemeliyiz. Topraklar, güç, nüfus, gündelik hayat ve kültürel kodlar, sahip olunan hemen her şey bu yeni düşünce karşısında dağıldı ve bir daha toparlanamadı. Fakat “düşünce” yerinde durmaz. Yeryüzüne doğru genişler. Ufak bir sekmede kendine yeni yollar açar. Nihayetinde artık geç modernlik diyeceğimiz bir açıklıkta modern Batı düşüncesi de çeşitli zaaflar yaşıyor. Zenginlik, kibir, dünyanın geri kalanına karşı affedilmez körlük, paradigmanın kökenlerinde yaşanan meşruiyet zaafları Batılıların işini gittikçe zorlaştırıyor. (Ki başlı başına Bosna’da Ruanda’da, Myanmar’da, Gazze’de olan bitenler bu meşruiyete vurulan darbelerdir.)

Dünyanın belli başlı “imperium”a sahip milletlerin başında gelen Türklerin, bütün bu olan bitenler karşısında sessiz kalacağını düşünmek safdilliktir. Cumhuriyet’in ilk yüz yılını dikkat çekmeden belli belirsiz bir varlık mücadelesi ve tevazu içinde geçiren Türkiye, tarihin bu kırılma anında kendini göstermek durumundaydı ve nitekim çeşitli emareler bu yolda olunduğunu gösteriyor. Türklerin dünya sistemi içinde yerini belli etme çalışmaları büyük bir hızla devam ediyor. Libya’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da ve nihayet Suriye’de olan bitene baktığımızda Türkiye uluslararası sistem içinde farkını ortaya koymaktadır.

Türk entelektüeli, aydını, büyük modernleşme hikâyesinin tam da göbeğinde yer almıştır. 19. yüzyıldan itibaren artan Batılılaşma hikâyemizden ve onun sonuçlarından kendini kurtarabilmiş tek bir aydınımız yok. Ancak bütün kurumları, yaşantısı, yolları, şehirleri, Batı karşısında teslim olmuşken bizce teslim olmayan tek kale edebiyat cephesi olmuştur. En Batılı diyeceğimiz edebiyatçımız bile tam anlamıyla Batıya teslim olmamıştır. Tevfik Fikret ne yaparsa yapsın bir Osmanlı-Türk münevveridir. Diliyle, ahlakıyla, idealleriyle. Keza Yakup Kadri de böyledir, Abdullah Cevdet de. En Batılı yazarlarımızın başında gelen Orhan Pamuk’un eserleri; Doğu-Batı çatışmaları, gerilimleri veya sentezleri ile doludur.

Sokağımız, kıyafetimiz, saatlerimiz, evimiz, askeriyemiz, hasılı ne varsa içerik olarak olmasa bile şeklen Batılı temsillerle doludur. Ancak edebiyatımız, dilimiz Türk olmaktan çıkmamıştır. Bu neden böyledir? Çünkü dil ve sanat zannedilenin çok ötesinde toplum hayatının derinliklerine nüfuz etmiştir. Görünürde sanatla, dille alakasız yığınları bir arada tutan şey o dil ve ondan neşet eden sanattır. Kültürü devam ettiren, millete iç sesini ve ruhunu veren şey dildir.

Yahya Kemal tüm azametiyle burada devreye girer. Yahya Kemal için şöyle söylenir: “O şiirin bir dil işi olduğunu fark eden ilk adamdır.” Yani şiirin, duygularla, heyecanla değil kelimelerle ve kültürün iç dikişleri ile yapılan bir iş olduğunu anlayan ilk adamdır.