Daha önce bu mecrada bilindik anlamıyla modernleşme macerasının dünyadaki birtakım gelişmelerle sonuna gelindiğine dair gözlemlerimizi ifade etmiştik. Bu yazıda kendi modernleşme hikâyemiz üzerinden önemli gördüğümüz hususlara değineceğiz.
Şu hususun altını bir kez daha çizelim: Çok uzun bir zaman dilimindeki gelişmelerle alakalı olarak bu hikâye (modernleşme, Batılılaşma) Türkiye’nin bütün enerjisini, düşüncesini, sanatını, edebiyatını çekip söndüren bir kara deliğe dönüşmüş durumda. Hayatımızın hiçbir alanını modernleşme çabalarımız olmadan anlamlandıramıyoruz. Çok basit sorunların tahlilinde bile iki yüz yıl öncesinden başlıyoruz sorgulamaya. Miladi 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken bu hikâye kalıbının, bu bitmez tükenmez kıyasın (biz ve onlar, Doğu ve Batı, Müslümanlar ve diğerleri) bizi artık serin sulara götürmeyeceği ufaktan sezilmeye başlandı.
Batı dışı kadim toplumların bu maceranın sonuna geldiklerini özellikle Rusya, Çin, uzak pasifik gibi büyük toplumların, Batılılaşma ve modernleşme arayışı dışındaki çabalarına dikkat çektik.
Biraz da bakışlarımızı içe çevirerek kısa bir tarihçeden sonra özellikle Yahya Kemal üzerinden Türk modernliğini aşma çabasını tartışmaya çalışacağız. Türk modernleşmesini burada uzun uzun anlatmaya hacet yok. Meraklısı için iyice suyu çıkmış bir hikâye bu. Meraksızların zaten böyle bir derdi yok. Ama kısaca Osmanlı ve Müslüman dünyanın Batı yakasında gelişen “yeni düşünce” karşısında hemen her şeyini yitirdiğini söylemeliyiz. Topraklar, güç, nüfus, gündelik hayat ve kültürel kodlar, sahip olunan hemen her şey bu yeni düşünce karşısında dağıldı ve bir daha toparlanamadı. Fakat “düşünce” yerinde durmaz. Yeryüzüne doğru genişler. Ufak bir sekmede kendine yeni yollar açar. Nihayetinde artık geç modernlik diyeceğimiz bir açıklıkta modern Batı düşüncesi de çeşitli zaaflar yaşıyor. Zenginlik, kibir, dünyanın geri kalanına karşı affedilmez körlük, paradigmanın kökenlerinde yaşanan meşruiyet zaafları Batılıların işini gittikçe zorlaştırıyor. (Ki başlı başına Bosna’da Ruanda’da, Myanmar’da, Gazze’de olan bitenler bu meşruiyete vurulan darbelerdir.)
Dünyanın belli başlı “imperium”a sahip milletlerin başında gelen Türklerin, bütün bu olan bitenler karşısında sessiz kalacağını düşünmek safdilliktir. Cumhuriyet’in ilk yüz yılını dikkat çekmeden belli belirsiz bir varlık mücadelesi ve tevazu içinde geçiren Türkiye, tarihin bu kırılma anında kendini göstermek durumundaydı ve nitekim çeşitli emareler bu yolda olunduğunu gösteriyor. Türklerin dünya sistemi içinde yerini belli etme çalışmaları büyük bir hızla devam ediyor. Libya’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da ve nihayet Suriye’de olan bitene baktığımızda Türkiye uluslararası sistem içinde farkını ortaya koymaktadır.
Türk entelektüeli, aydını, büyük modernleşme hikâyesinin tam da göbeğinde yer almıştır. 19. yüzyıldan itibaren artan Batılılaşma hikâyemizden ve onun sonuçlarından kendini kurtarabilmiş tek bir aydınımız yok. Ancak bütün kurumları, yaşantısı, yolları, şehirleri, Batı karşısında teslim olmuşken bizce teslim olmayan tek kale edebiyat cephesi olmuştur. En Batılı diyeceğimiz edebiyatçımız bile tam anlamıyla Batıya teslim olmamıştır. Tevfik Fikret ne yaparsa yapsın bir Osmanlı-Türk münevveridir. Diliyle, ahlakıyla, idealleriyle. Keza Yakup Kadri de böyledir, Abdullah Cevdet de. En Batılı yazarlarımızın başında gelen Orhan Pamuk’un eserleri; Doğu-Batı çatışmaları, gerilimleri veya sentezleri ile doludur.
Sokağımız, kıyafetimiz, saatlerimiz, evimiz, askeriyemiz, hasılı ne varsa içerik olarak olmasa bile şeklen Batılı temsillerle doludur. Ancak edebiyatımız, dilimiz Türk olmaktan çıkmamıştır. Bu neden böyledir? Çünkü dil ve sanat zannedilenin çok ötesinde toplum hayatının derinliklerine nüfuz etmiştir. Görünürde sanatla, dille alakasız yığınları bir arada tutan şey o dil ve ondan neşet eden sanattır. Kültürü devam ettiren, millete iç sesini ve ruhunu veren şey dildir.
Yahya Kemal tüm azametiyle burada devreye girer. Yahya Kemal için şöyle söylenir: “O şiirin bir dil işi olduğunu fark eden ilk adamdır.” Yani şiirin, duygularla, heyecanla değil kelimelerle ve kültürün iç dikişleri ile yapılan bir iş olduğunu anlayan ilk adamdır.
Milletlere kurucu şairler gerekir. Yahya Kemal Türkiye’nin kültürel ontolojisinin kurucu şairidir de. Bütüncül ve derin bir millet kültürü için en önemli şey devamlılık ve gelenektir. Tanpınar’ın dediği gibi geleneği, kökü olmayan şeyler yüzer. Yahya Kemal geleneği hiç kimsenin bilmediği kadar iyi bilir ancak yeniyi de göz ardı etmez. Ne yaptığının fazlasıyla bilincindedir. Siyasal iktidar ile ilişkilerini belli bir mesafede tutar. Çankaya sofralarına pek itibar etmez. Ama kurucu iktidara karşı açıktan da muhalefet etmez. Hatta resmî görevler alır. Fakat kendi gündemini asla kaybetmez.
Milletler, kurucu şairleri, ozanları olmadan Hegel’ci anlamda bir tarih ruhu kazanamaz. Daima bir sabite gibi bir gözü ordadır. Kemal Tahir, Devlet Ana’da Osmanlının kurucu şairi olarak görür Yunus Emre’yi. Türkler kadar şiire, şaire düşkün millet bulmak zordur; şairler el üstünde tutulur. Şiir ve şair, millet varlığının mayası olarak kabul edilir.
Yahya Kemal modern olanı gözetir ve fakat onu aşmanın yolunu arar daima. Nüfusu sayarken ölüleri de ilave eder. Modernizmin kuru aklının da hesapçılığının da demir kafesinin de farkındadır. Batı karşısında asla aşağılık kompleksi duymaz. Hatta bu komplekslerle bir Jön Türk olarak gittiği Batı’dan tam bir Türk olarak döner. Bizce Yahya Kemal’i diğer bütün şahsiyetlerden ayıran en önemli vasfı bu komplekssizliğidir. Fransızca ve Farsçayı çok iyi bilir. Modern Batı’nın bütün kurucu şair ve yazarlarını tanır. En dişli Batılı karşısında, tarih ve dili ile sonuna kadar mücadele edebilecek müktesebata sahiptir. Kimseye nasip olmayacak bir dil kudreti vardır. Türkçe hem modern hâli hem geçmişin kullanımıyla onda kemal seviyesine çıkar. Onu aşabilecek kudrette bir şair çıkmamıştır. Hayatında hiçbir kitap yayımlamadığı hâlde şiirleri hemen tüm millet tarafından ezbere bilinir, takip edilir. Türk tarihini ve milletini asla bir Fransız milletinden veya İngiliz milletinden aşağı görmez. Hatta tarih anlatımlarında bu milletleri yeni, acemi ve zayıf görür.
Türk edebiyatında ve düşüncesinde büyük modernleşme hikâyesinin ötesine geçebilen tek adam olarak Yahya Kemal’i görürüz. Yahya Kemal hiçbir kaprise ve komplekse kapılmadan Batı karşısında “dikilen” tek adamdır neredeyse. Ve işin ilginci bunu hiçbir gövde gösterisi yapmadan başarmıştır. Batılı denklerinden hiç de geri kalmayan o büyük şiirini, Türk tarihini bütün ve yekpare biçimde, geçmiş ve gelecek tartışmalarına hiç girmeden, kalitesini ortaya koyarak inşa etmiştir.
Yahya Kemal düşüncesinin en önemli hususlardan biri de politik-poetik karşılaşmasında poetik olanı tercih etmesidir. Her tavrı ile poetiktir yani kültürel olanı tercih eder ve hemen her davranışında bu tercihini ortaya koymaktan çekinmez. Büyük devrimde, Batılılaşma hamlelerinde, kurucu kadronun sert politik tutumuna karşın Yahya Kemal elinden geldiğince poetik tarafta kalır. Türk tarihi ve hayatı yeniden inşa edilirken karşılaşılan zorlukların ya da çıkmazların sadece politik hamlelerle değil poetik ya da daha geniş bir adlandırma ile kökünü kendi tarihinden alan gelenek ve kültürel devamlılıkla inşa edileceğine inancı tamdır.
Sinemadan Diziye, Diziden Reelse
Benim kuşağım ve benden önceki kuşaklar sinemanın büyüsü ile dopdolu olarak yaşadılar. Türkiye’nin dar imkânları çerçevesinde her yaştan insan sinema salonlarını doldurdu. Büyülü perde, yaşamlarına doluluk katmak isteyen insanlara aşktan maceraya, gerçeklikten bilim kurguya ne isterlerse sunmaya çalıştı. Büyük yönetmenler, büyük oyuncular, büyük konular hayal perdesini kanatlandırdı. Gündelik hayatın ortasında her türlü gaile ile bunalan insanlar sinemaya giderdi. Işıklar söndüğünde oluşan karanlık bizi bilinmeyenlerin kıyısında büyülü bir dünyaya hazırlardı. Bu karanlık, masala girerken çocukları ve bizi, sihirli dünyaya hazırlayan tekerlemelerin verdiği bir ara âlem gibi sarıp sarmalardı. O kısa aralıkta gerçek dünya geride, dışarıda kalır; girilecek yeni âlemin ışıkları, renkleri perdede hafiften kıpırdamaya başlardı. O kısa karanlık iki âlemin geçiş noktası, âdeta bir araf gibiydi.
Ancak dijital devrim, köklü olan hemen her şeyin sonunu getirdiği gibi sinemanın da canına okudu. Artan salon maliyetleri, bilet fiyatlarındaki anlaşılmaz yükseliş, belki hepsinden öte sinemaya gitmek için hazırlanmak, saçma bir AVM macerasına girişmek yani bizzat sinemaya gitmek eylemliliği insanları yormaya başladı. Dijital imkânlar çerçevesinde evinizde birtakım aletlerle oluşturabileceğiniz ortam sinema atmosferi de yaratmakta. Biraz imkânı olan evlerde hemen ufak bir sinema mekânı oluşturulmakta. Modem dünyanın en belirleyici hususlarından biri olarak insanı fazlasıyla topluluktan soyutlayıp kendine yetebileceği algısına sürüklemekte. Ebeveynler evin kamusal alanında yalnız, çocuklar evin odalarında yalnız, her türden yakalılar oluşturulmuş çalışma kabinlerinde yalnız… Oysa sinemaya gitmek, sinema salonunda beklemek, filmin en heyecanlı anında hep bir ağızdan koroya katılmak… Bunlar topluca yapılan eylemler. İnsanın topluca yaptığı eylemlerden aldığı haz veya duygu durumu başka bir şeye benzemez. O da nihayetinde çok özel bir katarsis yaratır. Oysa geç modernler, topluca yapılan her şeyden ölesiye nefret eder. Kendi ideolojik ve ekonomik varoluşu kişiyi her türlü topluluktan ayırmakta, onu tek başına bırakıp topluyken kullanabileceği her türlü imkânı elinden almaktadır.
Geç modernizmin alametifarikalarından olan dijital platformlara bu gözle bakmakta fayda var. Sinema ve hatta evin kamusal alanındaki (oturma odası) televizyon ölürken dijital platformlardaki hareketliliği gözden kaçırmamak gerekir. Bu bağlamda özellikle bu platformlardaki dizilere de dikkat çekmek gerekiyor. Dijital platformların yükselişi dizilerle başladı. Klasik sinema yerini dizilere bırakıyor.
Sinema filmi kalıcı bir şeydir. Sinema tarihi kalıcı ve neredeyse tek vuruşluk büyük filmlerle doludur. Yedi Samuray, Avare, Yurttaş Kane, Seven, Sonsuzluk ve Bir Gün… Bunlar tek atımlık ve bir katharsis yaratan filmlerdir. Dolayısıyla neoliberal kapitalizm, bunları yeniden üretemediği için artık yetersiz kalmaktadır. İzleyiciye onun arzu ve isteklerini dikkatlerini diri tutacak hatta mümkünse bunları sündürecek ardı arkası kesilmeyen yeni, hep yeni, daha yeni şeyler sunulmaktadır. Televizyonun klasik çağında sonlu ve hudutlu bir form olarak doğan dizi böylece dijital platform çağında kapitalizmin yeniden üretiminin bir aracı hâline gelmektedir. Dolayısıyla sinemanın izleyicide yarattığı katharsis dizi sektöründe oluşmaz. Dizi süreğenliğin iptidai bir formu olarak sündürülen bir şeydir. Gelenekle kurulan sağlıklı bir bağ olarak sürmek, sürdürmek, sünmeye dönüşmektedir. Sünmek an içindeki kopuşa kadar süren bir uzayıştır. Sağlıktan öte, ânı uzatan ama sürmeye de yaklaşamayan patolojik bir zaman uzayışıdır.
Bunun en açık ifade ediliş tarzı “reels” denilen kısa videolarda karşımıza çıkar. Birkaç saniyeden oluşan reels, zamanı parçalar. Amansız ve acımasız bir enformasyon bombardımanına maruz bırakır. Neoliberal kapitalizmin, yeni hayat anlayışının en güzel ifadesidir. Huzur, saadet, güvenlik; sessizlikte, uzun bir hikâyenin akışında yakalanır. Hikâye aidiyettir. Zamanın uzaması, büyük zamanın kıyısına yerleşmektir. Ne dizi ne de özellikle reels bu kendini akışa bırakmaya ya da bir hikâyeye dâhil olmaya müsaade eder.