Hayata bir adım değil, binlerce adım önden başladım desem, yeridir. Çünkü hiç kimse yokken ben vardım. Beni yoktan var eden tarafından kutsandım, övüldüm. O, benim adıma yemin etti. İnsanoğlunun kader levhası bana yazdırıldı. Sadece insanoğlunun mu? Tüm evrenin, evrenin içinde yaşayanların yazgısını harf harf, kelime kelime, cümle cümle kutlu levhaya işledim. Her olayın senaryosunu, bir karıncanın yürüyüşünü, atomun çekirdeğinin içindeki devinimi, bir yağmur damlasının gökten yere muhteşem inişini, insanın kalp atışlarını, her şeyi, her şeyi… Sonra en emin olan, onu korumaya aldı. Beni de insanlığa emanet etti. Böylece herkes beni sevdi, saydı, elinden düşürmedi. Bu, geçmiş zamanda böyleydi, şimdi de böyle, gelecek çağlarda da böyle olacak.
İnsanların her birinin hikâyesi vardı. Atalarının dizinin dibinde otururken işittikleri hikâyeleri birbirlerine, evlatlarına, torunlarına anlatırlardı. Uzun uzun anlatırlardı. Öyle ki bazı anlatılar binbir gece sürerdi. Yalnız bir sorun vardı, atalarının anlattıklarının bir kısmı uçup gidiyordu buharlaşan yağmur suları gibi. Bunun için kara kara düşünmeye başladılar; öğütlerimizi, hikâyelerimizi zihinlerde, kalplerde, gönüllerde nasıl yaşatabiliriz, diye. İşte o anda ben yetiştim imdatlarına. Hiçbir sözcük havada kalmasın, geleceğe sonsuz yolculuk yapsın istedim. Beni yoktan var edenin muradı da oydu. Bir gün geldi ki insanoğlu, ötelerden gelen ulu sese kulak verdi ve beni eline geçirdi. Değerimi keşfetti. O günden beridir, beni eline alan hiç pişman olmadı. İlk zamanlarda bazen mağarasının duvarlarına, bazen hazırladığı kil tabletlere, bazen derilerin üzerine yazdı hikâyesini benimle. İnsan, bu dünyadan gideceğini kesinkes bildiği hâlde yine de kalıcı olmak ister. Bedeni bu dünyada yok olurken kendisinden iz kalsın ister. Ardından gelenlerin o izi sürmesini ister. Böylece beni eline geçirenler, kalıcı izlerle süslediler arkadan gelecek olanların yolunu, güçlerinin, ömürlerinin yettiğince. Önce resimlerle anlattılar meramlarını. Sonra işaretlerle harf, harflerle kelime, kelimelerle cümleler oluşturdular. Oğullarına, kızlarına öğüt verdiler. Sevdiklerine mektup yazdılar. Yöneticiler buyruklarını benimle ulaştırdılar halklarına. Halklar, benimle ilettiler isteklerini yöneticilerine. Kutlu kişiler, benimle ulaştırdılar uyarılarını insanlığa.
İlahi buyruklar da benimle yazıldı tabletlere, derilerin üzerine. Yazıldı yazılmasına da buyrukları okuyan oldu, okumayan da. Okuyup uygulayan oldu, uygulamayan da. Okuyup unutan oldu, unutmayan da. Okuduğunu değiştiren oldu, değiştirmeyen de. Okuduğunu silen oldu, silmeyen de. En son yazılanı ise silemedi. Çünkü onu “kudret kalemi” adını alarak yazdım. Çok güçlüydü yazdıklarım. Yadsıyanlar oldu mu? Elbette oldu. Ne çare ki insan yadsıyandır, silemediğini yadsır.
Çağlar boyu ne şekillere ne kılıklara girdim bir bilseniz… Bazen bir kamış oldum, dile geldim. Bazen tüylü bir kostüm giyindim, salındım üstatların rahlelerinde. Gün geldi, rengârenk çeşitlendim. Hazneme silinmez mürekkep doldurup kullandılar. Dökülmez inciler dizdim sayfalara. Çağlar öncesinde dizdiğim inciler, bu çağda bile gözleri kamaştırır durur…
Beni yıllarca elinden bırakmayan üstatlarımız vardı. Günün bütün saatlerini rahlelerinin üzerine eğilmiş, açtıkları kitabın sayfalarının üzerinde bir musiki nağmeleri çalar gibi gezdirirlerdi beni. Çıkardığım ahenkli sesin güzelliğine ben de hayran olurdum. Ucumu silinmez mürekkebe batırıp sıralarlardı satırları. Yüreklerinden aşk ve şevk de eklerlerdi mürekkeplerine. Aşk bazen elmas bazen altın bazen inci olup akardı benden sayfaların üzerine. O denli kaptırırlardı kendilerini bezeme işine ki yemeği, uykuyu bile unuturlardı. Hele içlerinden öyleleri vardı ki yazdıkları eserlerin sayısı, ömürlerinin yıl sayısını geçiyordu. Böyle üstatların elinde olmaktan gönenç ve gurur duyuyordum.
Bir devir geldi, bu şeklime fazla ihtiyaç duyulmayacağını, birden çok sayfayı birden yazan makinelere dönüşmem gerektiği söylendi. İçim hüzünle doldu. Şekil değiştirmek kolay olmuyordu tabii. Zamanla alışıyorsun asırlarca benimsenen kendi şekline. Hem bu değişim yılanın deri değiştirmesine benzemiyordu. Bambaşka bir alet olacaktım. Ayrıca makine şeklimi çok merak ediyordum. Cevaplayamadığım birçok soru vardı: Gerçekten insanlar ilk şeklime hiç ihtiyaç duymayacaklar mıydı? Yeni şeklimle bu sayfaları eskisi gibi güzel bezeyebilecek miydim? Bazı üstatlar bu yeni çıkan haberlere kulak asmayarak eski şeklime daha sıkı sarıldılar. İçlerindeki hazineleri sayfalara bütün titizlikleriyle dizmeye devam ettiler. Çok uzun sürmemişti ama sancılı olmuştu, ilginç bir makineye dönüşmüştüm. Bir kerede onlarca sayfayı yazan bir makineydim artık. Bu şeklime de alışmaya başlamıştım. Hem hoşuma gitmeye bile başlamıştı. Zahmetsizce birçok sayfayı birden çıkarıyordum.
Size bir üstadımla yaşamakta olduğum hayatı anlatayım. Onunla mutlu mu mutlu bir hayatımız var. Beni eski şeklimle eline aldığında yaşı çok küçüktü. Oyuncaklarından en sevdiğiydim. Benimle her şeyin üzerini, duvarları çizmeye bayılırdı. Sonunda çareyi ona bol bol defter almakta buldular. Canı sıkıldığında defterleri çiziklerle doldurmaya başlardı. Tükettiği defterlerin haddi hesabı yoktu. Neyse, en azından duvarlar kirletilmekten kurtulmuştu. Resim, şekil, yazı elinden ne gelirse çizerdi. Beni yumuk yumuk eliyle öyle bir tutuşu vardı ki seyredilmeye değerdi. Kullanmayı iyice alıştığı için okula başladığında yazılarını hiç zorluk çekmeden, yorulmadan çabucak bitirip öğretmenine gösterirdi. Bitişik el yazısını da çok güzel yazardı. Kendininkini yazdıktan sonra arkadaşlarına da yardım ederdi. Güzel yazıdan derecesi de vardı.
Üstadım hem yazı yazmayı hem yazılanları okumayı severdi. Gençliğe adım attığında şiir, deneme ve öykü yazmaya başlamıştı. Okul gazetesinin yönetmenliğini de yapıyordu. Yazdıkları beğenilirdi. Yüreğindekileri boya hazneme ekleyince benden harfler dökülür, bir güzel kelimelere dönüşürdü kâğıt üzerinde. Sonra o kâğıttan başka yüreklere akardı da akardı…
Benimle yazar, sonra yayımlanmak üzere dergilere gönderirdi. Yıllarımız böyle geçiyordu. Çevresindekiler ona: “Üşenmiyor musun böyle durmadan elle yazmaktan?”, “Kardeşim, elle yazı yazmak mı kaldı bu devirde?”, “Yorulmuyor musun?” diye serzenişte bulunanlar oluyordu ama o, aldırmıyordu söylenenlere önceleri. Epey sabretti, sonunda o da karşı duramadı değişimin çarpıcı fırtınasına. Yıllar sonra bir gün beni, tuhaf bir makineye dönüştürerek getirdi eve. Evdekiler ona elindekinin ne olduğunu sorunca: “Daktilo” dedi ve ekledi: “Artık bununla yazacağım.” Ben ne yaptım dersiniz? Bunu olağan karşıladım. Artık çeşitli şekillere dönüşeceğimi biliyordum. Değişeceğimi ilk duyduğum zamanki kadar üzülmedim. Şimdi görev bilinci olgunluğuna ulaşmıştım. Şeklim, kılığım, tipim ne olursa olsun görevim yazmaktı. Bunun için kutsanmıştım. Ne var ki içimde azıcık da olsa bir endişe duymuyor değildim. Acaba üstadım beni eski şeklimle hiç kullanmayacak mıydı bundan böyle, diye soruyordum kendi kendime. Üzülüyordum çünkü ancak eski şeklimle onun en yakınında, hiç ayrılmamacasına bulunabilirdim. Ceketinin sol iç cebinde, kalbine yakın. Güzel, ilginç, üzücü, etkileyici bir şey gördüğünde kalbinin atışları hızlanır, gözleri parlar, tıpkı küçüklüğündeki çocuk hevesiyle beni cebinden alır, defterine not ederdi yazmak istediğini. Benim üzüldüğümü mü anladı ne, ekledi: “Tabii eskiden olduğu gibi önce deftere not edeceğim, ondan sonra daktiloya geçireceğim.” Böyle söyleyince içime su sermiş, küçücük endişemin de yüreğimde kalmasına izin vermemişti. Önce deftere not ederek sonra daktiloya geçirerek yazdı, daha sonra yayınevine gönderip kitaplaştırmaya devam etti yazılarını üstadım. Yayınlanan kitapları, okur tarafından beğenilip okundukça göneniyordu. Onun yüreğindeki gönenç bana da geçiyordu, kendimle gurur duyuyordum. Çünkü bunda benim payım yadsınamazdı, deftere not eden bendim, daktilo da bendim, yayınevindeki matbaa makinesi de bendim.
Yıllar sonra bilgisayara dönüşüm çağım da başlamış oldu. Şimdi herkes evine bilgisayar alıyor. Gençler bunu kullanmayı çok kolay öğreniyorlar. Okullarda bilişim teknolojileri dersi var. Birer tane de üstadım aldı eve. Çocuklar, bilgisayarın başından kalkmak istemiyorlar. Oyun oynuyorlar, sosyal medyada dolaşıyorlar. Ben de bilgisayarın bir parçası oldum aynı zamanda. Hızlı ve kolay yazan dijital bir alete dönüştüm. Artık beni eski hâlimle kullanmak istemiyorlar. Nasıl olsa bir tuşla indirebiliyorlar benden ödevlerini. Kâğıda bile ihtiyaçları yok. Buna rağmen okullarda eski şeklim hâlâ kullanılmaya devam ediyor. Sınıf tahtalarında, defterlerde, çantaların içinde mutlaka bulunuyorum. Rengârenk boyama yapan, dolma, kurşun, tükenmez çeşitlerim var. Üstadım ise bilgisayar kursuna katılarak bu şeklimle yazı yazmayı öğrendi. Bir ara endişem, acaba beni kalbinin yanında taşımayacak mı eski şeklimle diye yakama yapıştı yine. Bu endişe, her şekil değişikliğinde geliyordu içime zaten. Hüzünlü bekleyişim başlamıştı. Umudumu kırmamaya çalışıyordum. Sonunda istediğim oldu, üstadım, bilgisayar şeklimle yazıyor yazılarını ama eski şeklimle de yine sol cebinde, kalbinin yanındayım.
Artık daktilo şeklimi kullanmaz oldu üstadım. Daktilo şeklimi antika odasına, eski transistörlü radyosunun yanına yerleştirdi. Arada sırada odama gelir, hüzünlü bakışlarını üzerimde gezdirir, tozumu siler, parçalarımı temizler. Bense emeklerimin vefakâr üstadım tarafından unutulmadığını, antika şeklimle de ilgilendiğini görünce sevinirim.
Düşünür dururum, acaba benim sonum gelir mi, diye. Sonumun gelmesini istemem. Bu düşünce insanlardan mı bulaştı ne? Onlar da hep dünyadan ayrılacaklarına üzülürler ya. Sonunda şu kanıya vardım, ben sonlanmıyorum, her çağa uygun olarak şekil değiştiriyorum. Değil mi ki benim işim yazmak. Ta insanın dünyaya gelme öncesinden beri. Eski zamanlardaki yazma aracı olarak ne idiysem şimdinin yazma aracı olarak da oyum. Mürekkebe bandırılıp yazan kamış da benim tüy de. Haznesine mürekkep doldurulup yazan, kurşundan mamul olan, adına tükenmez denen de benim. Dijital olan da! İnsanoğlu dünyada var oldukça ben de yanı başında olacağım. İnsanoğlunun hikâye anlatma derdi oldukça ben de var olacağım. Çünkü ben, ta ezelden kutsanıp insanoğlunun eline verilmişim. Gelecek çağlarda hangi şekillere gireceğimi tahmin bile edemiyorum.