Ateşim düşmeye yüz tutunca, heyecanımdan eser kalmadı. Hararetin etkisiyle muhayyilemde canlanan kareler nabzımı arttırmış, titrememi alevlendirmişti. Öyle ki dişlerim birbirine çarpıyor, gözlerim kararıyor, kollarım bedenime sarılıyordu. “Üzerimi örtün!” diye bağırmaya çalışmam nafileydi. Başımda toplanan eş dost, doktor edasıyla “Ateşli insan örtülmez!” diyerek parmak sallıyorlardı. Odada bulunanlar hâlimden anlamıyor, üzerimi örtmemekte ısrar ediyordu.
Gözlerimi kapadım. Artık hürdüm. İki tarafı ağaçlarla süslenen yolda, ıslık çalarak adımlarımı atıyordum. Hıyabanın ortasında durarak, ciğerlerimi çam kokusuyla doldurdum. Hayal bu ya Thoreau’nun yürüyüşünü de düşledim. Yürümeyi yaşamakla eş değer görmesini, ağaçlarla bütünleşmesini, yollara bakıp duraklayarak elini çenesine götürmesini, bakışlarındaki mana değişikliğini… Bir kez tahayyül etmenin tadına varanlar, bir daha oradan ayrılamıyordu. Ben de zihnimde kurduğum oyunu izlemeye bir süre devam ettim. Hayal ettikçe, zangırdamam yerini garip bir coşkuya bıraktı. Sergüzeştim, ilacın etkisiyle son buldu. Kasılan vücudum gevşerken, heyecanım da söndü. Gözlerimi açtığımda ortada ne ağaçlar vardı, ne Thoreau, ne de yaşam sevinciyle yürüyen o adam. Tekerlekli sandalyemle göz göze geldiğimde, annemin iri siyah gözlerinde şefkatle sarmaladığı hüznünü gördüm. Üzerimi örtmemekte ısrar edilen battaniyeye uzandım ve örtündüm.
…
Yükselen sesleri duyunca elimdeki kanaviçeyi bıraktım. Zehra ağlayarak çıkıp gitti. Çok geçmeden gramofondan Müzeyyen Senar’ın sesi yankılanmaya başladı. Oğlum, yine bizimle konuşmak yerine içine çekilmişti. Taş plaklardan nefret ettiği hâlde “Kimseye Etmem Şikâyet” dinliyordu. Birkaç gün öncesinde, ateşler içerisinde yatarken, hepimiz başında bekliyorduk. Nişanlısı Zehra ağlıyor, odada bulunanlar üzerini örtmemekte ısrar ediyordu. Bense endişemi şefkatimle sarmış, oğlumun yüzündeki tebessüme bakıyordum. Tahayyülünde neler canlandırdığını ifade etmezdi ama benim annelik hislerim bilirdi. Oğlum, sandalyesinden bağımsız, hayallerinde yürürdü. Hatta o çok sevdiği hıyabanında, kitaplarını okuduğu ve tanışmayı istediği yazarlarla hasbihal ederdi.
Kanaviçeyi, benimle birlikte ömrünü bu köşede geçirmiş olan, zümrüt yeşili tekli koltuğuma bırakarak yerimden kalktım. Oğlumun yanına gidebilmek için bahane arıyordum ki kendisinden gizlice aldığım, kapağında saatlerin olduğu kitap gözüme ilişti. Ona sezdirmeden bırakabilmek ve ne hâlde olduğunu görebilmek için kapısının önüne geldim. Şarkının sesinden, oğlumun neler dediğini anlayamıyordum. Yine biriyle konuşuyordu. Kırık dökük birkaç sözcük seçebildim. Hepsini birleştirdim: “İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyordu. Muhakkak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti!”
…
Üst üste yaşadığım olaylar zihnimi bulandırmıştı. Tahayyül etmeye alıştığım için mi yoksa orada huzur bulduğumdan mı bilinmez, gözlerim sürekli kapalıydı. Ateşimin kırk dereceye çıktığı o gün, hayatıma beklemediğim misafirler konuk olmaya başladı. Önceleri hayallerimin canlandığını düşünüyordum, çok kuvvetli bir zihnimin olduğuna inanmıştım. Ama sonraları, gözlerim açıkken de onlarla konuşmaya, sohbet etmeye başlayınca heyecanlandığım bu anlar yerini tedirginliğe bıraktı. Bazen uyandığımda baş ucumdaki koltukta kitap okurken buluyordum onları. Bazense hiç sevmediğim gramofondan hiç sevmediğim taş plakların sesini duyarak başlıyordum güne. Ben onlara can verdiğimi düşünürken, onlar hayallerimden çıkıp canları ne isterse öyle davranıyorlardı. Kontrolümün dışında olaylar cereyan ediyordu.
Zehra’yla tartışmamızın sonrasında Ahmet Hamdi Tanpınar’la sohbet etmeye başladık. Gramofondan Müzeyyen Senar’ın sesi yankılanırken, ben de musikiye başka yerden bakıyordum artık. Yalnızlaşan ruhuma yeni dostlar edinmiştim. Tedirginliğim yavaş yavaş alışkanlığa dönüştü. Uyandığımda ilk işim odamda birilerinin olup olmadığını kontrol etmek oluyordu. Eğer yalnızsam hayıflanırdım. Annemin odaya girmesiyle çıkmasının bir olması için hırçınlaşıyordum. Zehra’yı görmeye bile tahammülüm yoktu. Bana hayatımda eksilen yürüyüşümü anımsatıyordu. Yine de yanıma gelmekten bıkmıyordu. Ona baktıkça içimde bir yer acıyordu. Söylediği cümleleri tam manasıyla kavrayamadığımı biliyordum. Belki de ona haksızlık ediyordum. Fakat başka türlüsü elimden ve dilimden gelmiyordu. İçinde bulunduğum karanlığa onu da çekmek istemiyordum. Onu düşündüğüm esnada kapı tıklatıldı ve annem içeri girdi. Zarfı kucağıma bıraktıktan sonra hızlı adımlarla çıkıp gitti. “Hakiki vaatlerden kalbe sevinç gelir. Yalan vaatler ise insana üzüntü verir. Kerem sahibinin vaadi hazine gibidir, cimrinin yalan vaadi eziyet olur, diyor Mevlana. Ben sana yalan bir vaatte bulunmuyorum. Bu zor zamanında yanında olmak, sana destek olmak istiyorum. Nişanlın Zehra.”