Size hayatınızı soranlara, “Benim kendi hayatımdan anlatacağım çok şey yok. Zaten gerek de yok. Önemli olan yetişip büyüdüğümüz coğrafyaların kültürüdür.” diyorsunuz. Ama ben tarihe kayıt düşmek açısından farklı bir şekilde sormak istiyorum size. Şerif Aydemir, çocukluğundan beri geçtiği yollara dönüp baktığında neler görüyor; neydi geçerken gördükleriniz?
Bana yaşadığın yerin adını ver, sana kültürünü söyleyeyim. Tarihiniz ve coğrafyanız sizi başkalarından farklı kılan özellikler barındırır. O itibarla şehirlerine benzeyen insanlar, insanlarına benzeyen şehirler oluşur. Şehirlerini yüzlerinde gezdiren insanlar vardır. Gittiğinizde görürsünüz; çarşıların kalabalığında, koşar gibi yürüdükleri caddelerde, sokakların ucunda önünüze dikilirler, kımıl kımıldırlar. Şaşarsınız. Zira bütün şehrin fihristi o adamların simasında asılıdır. Mustafa Kutlu, “Acaba sesten hisse kapabilir miyiz, ses biriktirebilir miyiz?” diye sormuştu. Rahatlıkla söyleyebilirim, ben en çok ses biriktiren şehirlerin birinde doğdum. Gözümü açtığımda baktım ki etrafımdaki insanlar türkü söylerken sesleri kutlu çağdan kalmış bir kopuzun teli gibi titriyor. Sadaları ve hıçkırıkları kim bilir hangi hicretten hangi hasretten akıp gelen bir derin su gibi hüzünlü. Ama vakur. Acıyı da gönül şenliğini de aynı anda yaşıyorlar. Kös davulu gibi şişkin bağırlarının bir odasında şiven koparken, öbür odasında yaşama sevinçleri gürül gürül. İçi paslanmamış yürekler… Toylarda düğünlerde, bayramlarda seyranlarda hançereler ne tez ıslanıyor. Ağıtlar hoyratlar da akıp geliyor, şen şakrak türkülerin eşliğinde halaylar da kuruluyor. O toprakların hafızası diridir. Biteviye nabzı atar durur. Sizi rahat komaz; şiir okutur, hikâye yazdırır, mani hoyrat söyletir, aşk neşideleri çırpınır dilinizin ucunda. Doğup büyüdüğüm Elazığ’ın Ağın ilçesi, Eğin (Kemaliye) ile Harput’un tam orta yerinde kurulmuş. Arapgir ve Çemişgezek’le çerçevelenmiş. Bir adım ötede Keban ve Arguvan. Bir şiirimde demiştim, “Eğin bir yanım, Harput diğer yanım / Hele sor ki ne hâlde yanan yanım.” Bizi yüzlerce yıl iki yanımıza düşmüş bereketli ve feyizli iki kaynak emzirdi. O yüzden sevdalanmak istidadı gelişti, genlerimize oturdu. O yüzden aşk perileri şakağımıza güfte ve beste üfleyip kanımızda gümansız gezindiler. İki yıldızdan akan iki ışık yaladı gönül dünyamızı. Çerağında ateşe boyandı yüreğimizin filizleri. Eğin ve Harput.
Anadolu’ya bir bütün olarak bakıyorsunuz. Elazığlısınız ama hikâyelerinizde bütün Türkiye’nin folklorunu, kültürel motiflerini görmek mümkün. Sizdeki bu kuşatıcı, yekpare bakışın temelinde ne var?
Sizler gibi ben de milletimi çok seviyorum. Nurettin Topçu, milliyetçiliğin sadece milletini sevmek olmadığını, nasıl seveceğini bilmenin de önemli olduğunu ifade etmişti. Eskiler “anasır-ı erbaa” derlerdi, dört ana unsur; ateş, hava, su, toprak… İskender Pala “dört güzeller” diyor bunlara. Bu dört güzel, insanı ve doğayı şekillendirir. Bu dört güzel, insanın giyiminden kuşamından oturup kalkmasına, yiyip içmesinden türküsüne, bedduasına kadar kültürel hâsılayı var eder. Aynı milletin çocuklarıyız, aynı heyecanı duyarız, gönlümüzde aynı kıpırtılar depreşir. Ama Bozkırda ve Doğu Anadolu’da halay çekeriz. Karadeniz’de horon teperiz, Rumeli’de hora oynarız ve Batı Anadolu’da zeybek olur diz vururuz yerin sertine. Safiye Erol, Ciğerdelen adlı romanında, “Biz dünyaları kazanmış ve dünyaları kaybetmiş bir milletin çocuklarıyız.” demişti. Bizde şenlik mi biter, türkü mü biter, figan mı biter? Bozlaklar, baraklar, hoyratlar, gazeller, mayalar… Serhat türküleri, Avşar türküleri, Yemen türküleri… Fırat, Kızılırmak, Tuna türküleri… Bu topraklarda bin yıldır savaşlarda nara attık. Ölülerimize ağladık. Düğünlerimizde çalıp söyledik. Gülbank okuduk. Salavat-ı Şerife çektik. Hançeremiz yumuşadı. Gözlerimiz yaşardı. Gönlümüzde gökkuşağı açtı. Nevzat Kösoğlu ağabey bu duyguların eşliğinde durup durup soruyordu: Biz bu türküleri sokakta mı bulduk? Kimin gönlü bir şehre sığar ki? Dede Korkut, Fuzuli, Karacaoğlan, Keloğlan, Yunus, Emrah, Veysel, Neşet hepimizin değil mi? Haluk Dursun Hoca hep anlatırdı, Van’da konferans verirken Vanlılar ondan “Tuna” şiiri okumasını istemişlerdi. Ben Meriç Nehri’ni ilk gördüğümde ağlamıştım. Bize hudut mu olur?
Yazmaya şiirle başlayıp daha sonra hikâyeye yöneldiniz. Gerçi tarihsel süreçte bizim şiirimizle hikâyemiz, Tanpınar’ın ifadesiyle türkümüzle romanımız iç içe, yan yana yürür. Ama modern edebiyatta türler de önem kazandı. Hikâye neden önemli sizin için?
Niye hikâye? Masallarla, destanlarla ve daha çok hikâyelerle terbiye edildiğimi düşünüyorum. Babam iyi bir hikâye anlatıcısıydı. İlk dersi ondan aldım. Sonra baktım ki hikâyesi olmayanı, hikâye bilmeyeni köyden kovuyorlar. Dinlediğim masallarda, hikâyelerde kötüler hep kaybediyordu. İyiler, masumlar, sevdalılar eninde sonunda kazanıyordu. Çok erken sığındım beyaz hikâyelere, onların şifalı ellerine, vicdanlarına, dost seslerine… Tez akrabalık kurdum. Onlardan hayatı anlamlandıran, hayatı kuşatan ve içime sinen ne çok söz kıvılcımı çakıyor ve ne çok soru beliriyor zihnimde bilseniz. Şimdilerde yüzlerce alıntı, atasözü, vecize sosyal medya diye bilinen ortalık yerde arzıendam ediyor. Ama hiçbiri bir dala konmuyor, uçup gidiyor. Güzel söz ancak hikâyenin içine girerse canlı kalır. Bazen bir hikmetli cümleyi vermek için koca bir hikâye kurulur. Şule Gürbüz, romanında bir kahramanına söyletmişti: “Ne güzel kokuyorsun, seni hangi taş ezdi?” Güzel söz de öyledir, hikâyenin ateşinde pişmedikçe tadını ve manasını salmaz. Geçtiğimiz yıllarda, İnönü Üniversitesinin eli kalem tutan doktorları yüzlerce hastalık hikâyesi biriktirerek seri kitaplar yayımladılar. Dikkatimi çekmişti, hepsinin başında aynı epigraf vardı, “Evren atomlardan değil hikâyelerden oluşur.” diye yazılıydı. Hak verdim. Oldu olacak, hikâyeyi kontrol eden dünyayı kontrol eder, sözüne de arka çıktım. Her insan bir kitaptır, bir büyük hikâyedir, okuyabilene… Hani, hayatım roman derler ya… Hikâye, büyük söz söylemeden büyük ilişkiyi, köklü duyguyu vermektir. Kafka için denir, “O gücünü anlattıklarından değil, hissettiklerinden alır.” diye. İnsan aslında gizledikleridir, söyleyemedikleridir. Hikâyenin kıymeti işte tam da burada belirir; söylemediklerimizin şifrelerini veririz. Okuyucu bilir ki asıl hikâyemiz sustuğumuz yerdedir. Müzikte, notaların arasına es koymazsanız müzik gürültüye dönüşür. Hikâye; yılların, ayların, günlerin arasına es koymaktır. Ana renkleri bırakıp tonları yakalamaktır. Bir bakıma, biz büyürken oyuncaklarımızın da büyüdüğünü hatırlamak ve hatırlatmaktır. Yeri gelmişken bari itiraf edeyim; ben de Tanpınar gibi şiirimi hikâyemde tüketiyorum.
Edebiyat dünyasında tanımaktan memnun kaldığınız, birikiminden istifade ettiğiniz isimler kimler Hoca’m? Onların çevrelerinde, sohbetlerinde bulunmak sizin edebî yolculuğunuza nasıl tesir etti?
Hemen ilk anda heyecanla ve saygıyla zikredeceğim isimler var elbette. Necip Fazıl, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Ahmet Kabaklı, Fethi Gemuhluoğlu, Sezai Karakoç, Hekimoğlu İsmail, Ergun Göze, Ayhan Songar, Mehmet Niyazi Özdemir… İnsan, insan gölgesinde yetişir. İnsan insanı besler. Çeşme başı kalabalık olur derler. Bu insanların etrafı dopdoluydu. Gelirler giderler, otururlar kalkarlar; siz nasibinizce damla damla dağarınızı doldurursunuz. Bu mahfillerde, meclislerde Tarık Buğra’yı da tanıdım, Rasim Özdenören’i de Muharrem Ergin’i de Samiha Ayverdi’yi de… Erdem Bayazıt’ı da dinledim, Fırat Kızıltuğ’u da Nevzat Atlığ’ı da Yavuz Bülent Bakiler’i de… Gidip Aziz Nesin’i, Şemsi Belli’yi, Hasan Pulur’u, Ümit Yaşar Oğuzcan’ı, İsmet Özel’i buldum. Mustafa Kutlu ile muhabbetin tadına vardım. Kiminin dizi dibinde yer kaptık, kimini iskelede yakaladık. Biz kulağımızdan şişmanlarız diye Harput’ta bir atasözümüz vardır. Bu söz kendi içinde bir dünya barındırır.
Bir önceki sorunun devamı olarak sormak istiyorum: Edebiyatta usta-çırak ilişkisi ve bu ilişkinin bugünkü değişimi hakkında neler söylersiniz?
Ahmet Kutsi Tecer, Âşık Veysel’i ilk keşfettiğinde şaşıp kalmıştı. Zira Veysel’in yaşı hayli ilerlemişti. “Yahu Âşık,” demişti, “sen bu işi iyi beceriyorsun ama bugüne kadar seni çarşıda hiç görmedik!” Veysel boynunu bükmüştü, “Yok, pazara erken geldim ama usta malı alıp satıyordum!” Şimdi herkes kendi davulunu çalıyor. Ustaya da usta malına da itibar kalmadı. Tam da Muallim Naci’nin dediği yerdeyiz: “Toplanıp ehl-i heva her biri bir saz çalar / Çelebi böyle olur bizde de konser dediğin” Mevlevi dergâhına ilk girenleri önce yemekhaneye alırlarmış, aş pişerken onlar da pişsin diye. Söz, mana, edep talimi olmadan menzile varılmaz… Anadolu’da bir deyim vardır, beygirin ayağındaki nala bir çivi çakmak için bile mengenenin başında, çingenenin yanında iki yıl eğleşeceksin, der. Maksim Gorki, yaşadıkça Tolstoy’un gözünün önünden ayrılmadı, ağzından çıkan her kelimeyi kana kana içti âdeta, “O varsa gerisi yalan,” diyerek sevincini saçıyordu etrafına… Kitapları Türkiye’de de çokça okunan Arjantinli yazar Alberto Manguel, gözlerini kaybeden Borges’e yüksünmeden yıllarca kitap okudu, düşüncelerini not etti ve nihayet Borges’in Evinde adlı kitabı yayımladı. Zira Gogol üstadı olarak bildiği Puşkin’in etrafından hiç ayrılmadı. Tanpınar’ın, Mehmet Kaplan’ın, Süheyl Ünver’in, Ahmet Kabaklı’nın talebeleriyle olan sıkı ilişkilerine bir göz atsak neler göreceğiz? Hiçbir sanatçı hüdayinabit gibi bir anda yerden bitmez, bir ustanın elinde şekillenir.
Destanları, cenknameleri, türküleri, mesnevileri, menkıbeleri hatırladığımızda hem edebî hem entelektüel olarak büyük bir mirasın üzerinde oturduğumuzu anlıyoruz. Sizce bunun yeterince farkında mıyız ve bugünün edebiyatçıları bu birikimle yeterince alışveriş içinde mi?
Mehmet Niyazi Özdemir bir sohbette, üstünde oturduğu hazineden haberi olmayan aydınlarımızdan hayıfla söz etmişti. Romancılarımız, senaristlerimiz, bu zenginliğin içinde hâlâ konu kısırlığı çekiyorlar. Ve gene sinema oyuncusu İzzet Günay, “Geçmişte teknik olarak zor şartlarda bile çok daha güzel filmler çekecektik ama yapımcılar ve yönetmenler hikâye bulamadılar.” demişti. Hâlbuki taklidi bırakıp kendi içimize dönsek, kendi hikâyelerimizi arasak kısırlık bitecekti.
Kıymetli Hoca’m, günümüz edebiyatına baktığımızda dil varlığı açısından pek de iç açıcı bir manzarayla karşılaşmıyoruz maalesef. Merhum Tarık Buğra, “Kelimelerin öldürülüşü, aslında nesillerin öldürülüşü demektir.” demişti. Dildeki daralma yetmezmiş gibi bir de dijitalleşme üzerinden emojiler girdi lisanımıza. Olup bitenleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu soruya, Türk Edebiyatı Dergisi’nin 2025 Şubat sayısında yer alan “Yaprak Pırpırlandı” başlıklı yazımdan alıntıyla cevap vermek isterim. “Paşa otobüsünde hizamdaki koltukta genç kızımız akşamın yorgun saati demeden ha bire konuştu durdu. Son durakta inerken hâlâ telefon kulağındaydı. Yirmi kelimeyle bunca söze nasıl kadir oluyorlar şaşıyorum. Onun da yarısı zaten geldim gittimden ibaret, diğer yarısı da şey, aynen, yani, aa, var ya… Alan da memnun satan da… Bir zamandır “emoji” furyası var iletişim dünyamızda. İki sıcak kelimeye hasret düştük. Şimdi telefonla konuşurken de emoji gönderiyorlar, şahit oldum; dudakla, kaşla, kirpikle, dik ve azarlayıcı bakışlarla… Karşıya nasıl ulaşıyorsa artık… Oğuz Atay’ın Oyunlarda Yaşayanlar romanındaki Servet Duygulu’yu hatırlıyorum. Tiyatro sahibi ve oyuncu Servet şöyle konuşuyordu: “Geçen gün bir genç adam yollamışlar bana. Oyun yazarıymış. Nerede oyununuz dedim. Yokmuş. Artık oyunlardan konuşma kaldırılmış. ‘İçinden anlama’ tiyatrosuymuş. Acaba bende bostan korkuluğu reklamlarına mı çıksam?” Milletlerin olduğu gibi kelimelerin de tarihi vardır. Kelimelerin manaları olduğu gibi içli ve birikmiş sesleri de vardır. Fonetikleri vardır. Bütün nağmeler seslerin terkibi ve tertibiyle oluşuyor. O itibarla kelimeleri kaybedersek dünya üstümüze çöker.
Mehmet Kaplan Hoca, “Türkiye’nin en mühim kültür davası, hiç şüphesiz, dil davasıdır. O, bütün davaların başında gelir. Onu halletmedikçe kültürle alakalı diğer meseleleri halletmeye imkân yoktur.” demişti. Dille kültür arasındaki münasebet hakkında neler söylersiniz?
Türk kültür kimliğinin en önemli temeli ve taşıyıcısı Türk dilidir. Türkiye kendi kültür varlığını ve tarihî birikimini elbette dil ile koruyacaktır. Bir milletin dili bozulursa kültüründe krizler baş gösterir. Sanat, edebiyat ve fikir sahalarında çöküntüler meydana gelir. Kitleler birbirini anlamaz/anlayamaz hâle düşer. Uzun süredir bunu yaşıyoruz. Heidegger, dil düşüncenin evidir, derken tam da buraya dikkat çekiyordu. El, gözünden, yiğit sözünden belli olur, diye ne leziz bir atasözümüz vardır. Dil üzerine Yahya Kemal belki de bütün zamanların en güzel cümlesini kurmuştu: “Bu dil, ağzımda anamın ak sütüdür.” demişti. Mehmet Kaplan’ın, Faruk Kadri Timurtaş’ın, Muharrem Ergin’in, Nihad Sâmi Banarlı’nın 50 yıl önce verdiği mücadelenin şimdi daha çok anlam kazandığını idrak ediyoruz.
Tanpınar’ın, kendisine hikâyelerini gösteren gence, “Dil, imla, üslup güzel ama bu hikâyelerin içinde biz yokuz.” dediği yerden size sormak istiyorum. Bizden kasıt nedir, bir hikâyeyi “bizim hikâyemiz” yapan unsurlar hakkında neler söylersiniz?
Tanpınar Huzur’da anlatır. Roman kahramanları Nuran ve Mümtaz evlilik hazırlığı yaparken eşya almak üzere çarşıya çıkarlar. İstanbul’a ne çok “ecnebi” eşyanın gelmiş olduğunu fark ederler. Günlük hayatın, zevklerin ve anlayışların nasıl değiştiğini görürler. Bu esnada düşünmeden de edemezler. Kafalarının da ecnebi işgaline uğradığının endişesine kapılırlar. İşte Tanpınar’ın “Biz” dediği, kafası ecnebileşmemiş olanlardır. Necip Fazıl’ın Reis Bey’de bir kader mahkûmuna söylettiği, “kalbinin merhameti gitmemiş”lerdir. Yahya Kemal’in, “Tek çare ana millete dönmektir.” sözüne itibar eden ve yüzünü ana millete dönenlerdir. Erol Güngör’ün aydınımızı tarif ederken kullandığı “kıblesi şaşmamış” olanlardır. Tanpınar’ın “Biz” dediği sadece ayağı değil kalbi de bu topraklara basandır.
Sizi tanıyanların, okuyanların fark ettiği üzere, dostlukları çok önemsiyorsunuz. Edebiyat sevginiz de bir bakıma dostluklarla iç içe yeşermiş. Dostluk ve edebiyat, sizin dünyanızda nelere, hangi manalara tekabül ediyor?
Yunus Emre’nin, “Ben dost yüzün görmez isem bu gözlerim nemdir benim” diye çağırdığı dost… “Kızışan kumsallarda kendilerine doğru yaklaşmakta olan silüete gözlerini kısarak bakmıştı Hz. Nebi (sas.), sonra yanında bekleyen diğer arkadaşlarına dönüp: “Keşke,” demişti, “keşke gelen Ebu Zer olsaydı!” Dünyanın en güzel şiiridir bir dostu beklemek. ESKADER’İ kurduğumuzda Dergâh dergisi bizimle röportaj yapmıştı. Bu derneği niye kurdunuz sorusuna şöyle cevap vermiştim: Selamı yaymak, muhabbeti bereketlendirmek ve dostları çoğaltmak için…
Her zaman tartışılan bir konudur. Çok fazla kitabı seri şekilde okumak mı daha iyidir, yoksa az kitabı dikkatle, tekrar tekrar okumak mı? Kendi okumalarınızdan hareketle siz bu soruya nasıl cevap verirsiniz?
Bazı kitaplar vardır, bir okumada kendini size vermez. Tekrar tekrar okumayı, anlamı yere düşürmeden okumayı istetir. Baş ucunuzdan ayıramazsınız, gider gelir elinizi ona uzatırsınız. Ama ben meraklı insanım, arzın üzerine bir kelimelik kitap düşse gidip görmek istiyorum.
Okuyup etkisinde kaldığınız, yaşamınıza dokunan, kararlarınıza etki eden, uzun yıllar aklınızdan çıkaramadığınız o roman ya da hikâye kahramanı kimdi?
Tek bir roman adı veremem. Sanat ve edebiyatta kör taassubum hiç olmadı. Hâlâ Doğu ve Batı klasiklerini okurum. Avangart yazarları takip ederim. Yeni şairler, yeni hikâyeciler hep radarımdadır.
Anadolu insanı yüzyıllar boyunca aşkını, sevincini, tasasını, kederini türkülerle anlatmış. Bu topraklar nice ozana, sese ev sahipliği yapmış. Sizin de türküleri çok sevdiğinizi biliyoruz. Türkülerde sizi kendine çeken nedir? Onları dinlerken ne düşünür ne hissedersiniz?
Türkülerin vebali var üzerimizde. İncelmiş bir zevke ulaşan bu halk ne söyleyecekse, ne söylemesi gerekiyorsa türkülere söyletmiştir. Sosyal bir temele oturan, yüklü bir duygu ve zengin düş gücüne sahip, kuvvetli bir müzikle beslenen bizim türkülerimizi başka hiçbir milletin sözünde ve sohbetinde bulamazsınız. “Türkü bilen kötülük bilmez” diye bin okkalık atasözümüz vardır. Türkü bilir, türkü çığırırsanız; bir yandan içiniz yıkanıp paklanır, öbür yandan şenlikli bir dile erişirsiniz. Türkü denince sözüm çok uzar, biliyorum. Bir cümleyle bitireyim: Türkü Hak sözün halk diline tercümesidir. Türkü, Hak sözü incitmeden insani kalıplara döken irfandır. Hz. Mevlana, “Hakk’ı bulmak kolay, halkı bulmak zordur.” demişti. İşte türkü halkı aramaktır.