SOKAĞIN DİLİNDEN MEHMETÇİĞE SEVDA ÖYKÜSÜ VE VATANA KULAK VEREN YAZAR AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU
Allah dedim Yatağan’a dayandım,
Ben senin için al kanlara boyandım
Çoğu zaman en yakınımızdakinin sesini bile duymayız. Hâlbuki havadaki kuşların, toprağın altındaki karıncaların, kapısının önünden geçen insanların seslerinin izini süren insanlar vardır. Onları öğrenip tanıdıkça biraz mahcubiyet biraz utanma biraz da pişmanlık birleşir insanın içinde. Kendi kendine dertleşmenin vakti gelmiştir diye bir deli fırtına eser geçer zihinlerde. Şapkamızı koymayalım bu sefer önümüze, kulağımızı dayayalım evrene. Duyduğumuz sesler nedir? Öyle ya, yakınımızdakinin, uzağımızdakinin hatta hatta kendi sesine aşinalığın bile yitirildiği anlaşılır. Ya hiç duymamışsam kaygısı daha beter eder yürekleri. İşte edebiyat hangi dönemde olursa olsun ses frekanslarını tam da şimdi, şurada, yanı başımızda dedirtecek denli yakınlaştırır bize. Bir de bakmışız sokaktan geçen âdemoğlunun ilk bakışta sıradan görülebilecek narası yükselir: “Üzümcüüüüü!” Duydunuz mu? Bir daha kulak kabartalım: “Üzümcüüüü!”
Bizim bir serenadın ardından farkına vardığımız bu dik, kalın sesin heybetli vücudunu kolaylıkla hayale getiririz. Elbet modern çağ bizden götürdüklerini tıkıştırdığı heybesine sokak satıcılarını da eklemiştir. Artık bakraçla günlük süt satanların yanına inmez annelerimiz, eskilerimizi toplayıp israfın önüne geçen çabamıza yardımcı olanlar yoktur. Ya da çocuksu sevinçleri sığdırdığımız külahlarda “bir kaşık vanilyalı, bir kaşık kakaolu” dediğimiz sonra elimizi cebimize atıp harçlığımız çıkışmayınca “bu sefer de böyle olsun, bir dahakine” diyen dondurmacı amcalarımız kalmamıştır. Hepsini tatlı bir hatıranın fanusunda seyreder dururuz. Bir de kâğıda geçirenlerin sayesinde. Tıpkı Büyükada’da gördüğü bir üzümcünün ilhamıyla Türk edebiyatının en güzel hikâyelerinden birini –“Üzümcü” hikâyesini- yazan Galatasaray Mekteb-i Sultanisi mezunu Ahmet Hikmet’in kaleminden olduğu gibi. Yazarın, Veled Çelebi Efendi’ye başlığını atarak ithaf ettiği hikâyede, üzüm satan bir adamın ona hissettirdikleri aktarılır. Ona göre üzümcü bir vatan kahramanıdır. Satıcı vasıtasıyla Mehmetçik’e, Türk köylüsüne seslenir. Bu tablodan idealize edilmiş bir nesil hayali kurar. Okursa şaşar kalır bir “üzümcü” seslenişiyle ulaşılan vatan bilincine.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu, 3 Haziran 1870 tarihinde İstanbul’da Süleymaniye sınırlarında doğar. Yazarlık tecrübelerine döneminin popüler anlayışı Servet-i Fünun içerisinde başlar. Ahmet İhsan’la birlikte Servet-i Fünun dergisinin kurucu kişilerindendir üstelik. Lakin zamanla çağın sesini daha o vakitlerde duymayı bilmiş olması yazarın bugün edebiyat tarihlerinde Millî Edebiyat saflarında anılmasını sağlar. Dolayısıyla yazdıklarında her iki anlayışın izine rastlansa bile Millî Edebiyat kefesi daima ağır basar.
O, ilhamını sokağın muazzam esnafının naralarından almış olsa da ailesi müftüler yetiştirmiş Moralı bir ailedir. Çocukluğunun ne kadarını şekillendirdi bilinmez ancak büyükbabası Abdülhalim Efendi de Tripoliçe müftüsüdür; şiirler yazan, hisli bir kalple vatanının bir karışına bile yaban el değdirmeyen vatansever, cengâver bir yürektir. Zira, bir nefer edasıyla 1820 isyanında şehrini isyancılara teslim etmemiş, bu yolda şehit olmuştur. Nasıl peşin bir hükümle torununu etkileyip etkilemediğini sorgulamışız değil mi? Peşin hükmün sebebi büyükbabasını tanıyamadan, babasını ise henüz yedi yaşındayken kaybetmiş olmasıdır. Yine de Ahmet Hikmet, yalnız adında kalmayan bir hikmet yürüyüşüyle büyükbabasının cengâverlik kılıcını, elinde kalemiyle satırlarında sallayıp durmuştur. Mehmet Kaplan belki de bu bilgilerden yola çıkarak yazarın üslubunu “hikâyeden çok destan ve şiir kutbuna” yaklaştırdığını söyler.
Kimi zaman sıradan bir üzümcü kimi zaman gurbetin acı sesiyle vatan toprağını koklayan çocuğun gözyaşı olur. Vatan toprağı mutlaka en kıymetli mirastır, bir de babası Yahya Efendi’den kalma elinde bir divançe vardır. Abdülhalim Efendi torunundan önce farklı vilayet ve sancaklarda kethüdalık yapan oğlu Yahya Sezai Efendi’ye el vermiştir. Baba tarafı şiir ve cenk ahengiyle yürüyen Ahmet Hikmet’in anne tarafı da tasavvuf geleneğine uzanır. Annesi soyu Niyazi Mısri’ye dayanan yine Moralı bir Halvetî şeyhinin kızıdır.
Ahmet Hikmet, Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde eğitimini tamamlar. Döneminin birçok Sultanilisi gibi o da hemen bir memuriyetle iş hayatının kucağına atılır. Hariciye Nezareti Şehbenderlik Hizmetleri Kalemi’nde çalışmaya başlayan, dört yıl sonra 1893’te Marsilya başşehbenderliği kançıları (başkonsolosluk kâtibi) olarak Marsilya’ya giden Ahmet Hikmet, vatan toprağına özlemi çok erken yaşlarda tatmaya başlar. Fakat öyle kolay kolay dönemez. Konsolos olarak Atina, Pire, Poti ve Kerç’te bulunur. İstanbul’una ancak altı yıl sonra kavuşur. Resmî vazifeleri devam etse de o artık eline kalemini almış ve matbuat âlemine de dalmıştır. Mezun olduğu okula, Galatasaray Sultanisi’ne imla, kıraat, Türkçe, kitabet ve edebiyat öğretmeni olarak dönmesi ve on bir yıl ders vermesi (1898-1909) yine bu edebî sevginin sürdürdüğü bir şeydir. Çünkü onu bu görevden ancak Tevfik Fikret’in okula müdür olarak gelmesi ayırır. Tevfik Fikret’le araları açıktır dönemin hatıratlarında yazdığına göre. Yine de öğretmekten vazgeçmez, Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde hocalığa devam eder. Kimler yoktur ki Galatasaray’da öğrencileri arasında. Ahmet Haşim, Abdülhak Şinasi Hisar ve Hamdullah Suphi Tanrıöver... Abdülhak Şinasi sonradan fark etmiş olsa da hocalarının, dönemin en ünlü eleştirmeni Antoine Albalat gibi Batı kitaplarından tercümeler yapıp kendilerine “usul-i tahrir” notları tutturduğunu anlatır.
Gurbet Ahmet Hikmet’in peşindedir. Budapeşte, Viyana ve Berlin’de iki yıl boyunca savaş malzemelerini temin etme göreviyle kalır. İstanbul’da da onu son halife Abdülmecid Efendi’nin başmabeyinciliği bekler. Halifelik kaldırılana kadar da bu görevde kalır. 1927 yılında vefatına kadar da birkaç devlet görevi daha alır. 1927’de vefat eder ve Maçka’da Şeyhler Mezarlığı’na defnedilir.
Edebiyatla ilişkisi yalnız genleriyle başlamış ve sınırlı kalmış değildir. Henüz lise yıllarında hocası Muallim Naci’ye karalamalarını gösterir. Hocası, cevherin keşfinden ziyadesiyle memnun eleştirilerini öğrencisinden esirgemez. Lakin ilk yazısının yayımlanması memuriyet yıllarına rastlar. 1887’de Payidar gazetesinin sayfalarında Sezaizade Abdülhalim Hikmet imzasıyla yer alır. Yazar, Namık Kemal’in vefatının ardından mersiye yazacak denli şairi beğenir.
Yazarın gençlik yıllarında tek ilgisi edebiyat değildir. Kim tahmin edebilir ki Ahmet Hikmet’in ilk yayınlanan kitabının 1890 tarihini taşıyan Parmantiye yahut Patates adında bir fen kitabı olduğunu? Zaten fen ile ilgisi Servet-i Fünun’un ilk yazarlarından olmasını sağlamıştır. Çok geçmez bir yıl sonra edebiyata döner ve Leyla yahut Bir Mecnunun İntikamı adlı uzun hikâyesi de basılan ilk telif eseri olarak ortaya çıkar. Haristan ve Gülistan’da topladığı hikâyelerin dili, üslubu Edebiyat-ı Cedide dönemini yansıtır.
Ahmet Hikmet’te vatan özlemi yurt dışı görevlerinde perçinlenir. Benliğini millî ölçülerle yeniden belirler ve toplum sorunlarından uzak kalmaktan hoşlanmaz. 1912 yılında Atina’da XVI. Milletlerarası Şarkiyatçılar Kongresi’nde, Türk dili ve edebiyatıyla ilgili fikirlerini Fransızca bir bildiri ile sunar. Macaristan’da bulunduğu yıllarda Türk-Macar dostluğunu destekleyici faaliyetler yaptığı gibi Türkçenin öğretilmesi için dershaneler açtırır, Türkçe oyunlar sahneletir, Gülbaba türbesini onartır ve bir de cami yaptırır.
Ahmet Hikmet’in hayatı Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşsız yılının geçmediği zamanlardır. Yalnız askerî güce değil moral gücüne de hayli ihtiyaç duyulur. Hem ses veren dağa, taşa, toprağa, havaya, suya, insana hem de bunları duyacaklara çağrı vardır sanki. Yazar, heybetli üzümcünün sesini tam zamanında duyar.
“(.....) Evin arka penceresine koştum. Üzümcü tepeye varmıştı. Yolun kenarındaki kayanın üstüne küfesini koydu. Ellerini belindeki kızıl kuşağın ön tarafına soktu. Açık göğsü, çıplak, sert baldırlarıyla bir kuvvet âbidesi vaziyetinde durdu. Mütekebbir, kalın kaşları altında mütehakkim ağır dönen iri gözlerinden fırlayan nazarlarıyla, Marmara’nın dalgalarına, karşı ki sahile, mavi göğü, lâcivert deniziyle, altın köpüğü renginde güneşinin ışığıyla mavi gözlü, sarı saçlı bir kıza benzeyen sevimli, sevgili yurdunun taşına, toprağına derin derin baktı... Bu bakıştaki esrar, bu bakıştaki feryad, memleketi için: ‘Allah! dedim, Yatağan’a dayandım/Ben seninçin al kanlara boyandım’ beytinin mağrur bir meali idi.”
Türk askeri için övgülerin en samimisi bu duyuşun sonucudur. Destandır. Üzümcü bağırdıkça asker güç kazanır. Sokağı ben, cepheyi siz tutun diye anlaşmışlardır aralarında. O artık bir sokak satıcısından çok farklıdır. “Çavuuuuş!” deyişi, sepetindeki çavuş üzümleri... Her şeyde Türk askerinin ihtişamı vardır. Bu nasıl bir duyuştur ki yazar heyecanlandıkça heyecanlanır. O satıcı değildir artık. En başta söylendiği gibi satıcı suretinde görünen, memleketin bin bir kahramanından biridir.
“ (....) Bugün uçuk benzinle, yırtık cepkeninle bir vatan kurbanı teslimiyetiyle girdiğin devlet kapısından, asker ocağından, yarın yeni libâsınla, kızıl fesinle bir âmir kurumuyla çıkarsın! O zaman, bugünkü zayıf, yarın kavî bir kahraman olur; bastığın yerleri titretirsin! Atın dizginini kavrayıp, kılıcını çektiğin, tüfeğini omuzuna vurup, süngünü taktığın vakit bugünkü köylü, yarın korkunç bir asker olur; âsîleri sindirirsin!.. Tarlanı çapalar, davarını güderken hakaret görürsen bugünkü koyun, yarın yırtıcı bir kaplan kesilir; yuvanı bozanları ezersin!.. Seni böyle bir an içinde değişmiş görenler sanırlar ki bu sağlam vücut yalnız asker libâsı giymek, bu sert pençeler yalnız silâh kullanmak, bu kalın ses yalnız siper almak için yaratılmıştır... Senin o tabur hâlinde bir pulat kütlesi katılığında yürürken takındığın o salâbet, o vakarı görüp de sana güvenmemek, seni sevmemek kabil değildir.”
Değildir elbet. Kadını, erkeği, genci, yaşlısı herkestir Türk askeri. Ne bu vatanı ne bu askeri sevmemek mümkündür. Bu nedenle “Üzümcü”yle yazılan destan nice sağır kulakları iyileştirmiştir.