Bugün ormanda sürüden ayrı geçirdiğim kırkıncı gün. Kırk gündür avcıyı arıyorum. Arkadaşlarımın hepsini avladı. Ben yaşlı kayınların arasında yalnız kaldım. Ve artık bugünden itibaren onların yakalandığı yerlerde gezmeye başlıyorum.
Diğerleri delirdiğimi düşünüyor. Ben zaten yıllar boyu avcılara karşı savaşmadım mı? Bilmiyorlarmış gibi kuru gürültü ediyorlar. Ben avcının bölgesinde dolaşmaya devam edeceğim; neler olup bittiğini öğrenmek için tuzağa düşmekten başka şansım kalmadı çünkü.
Ormanda avcıyla ilgili söylentiler kulaktan kulağa yayılıyor. Çünkü avladığı ceylanlara çok acayip davranıyor.
Arkadaşlarımın hepsini avlanırken izledim. Okunu öyle bir yere atıyor ki vurulan ceylan ölmüyor. Sonra gelip vurduğu ceylanı sanki okyanusun derinliklerinde siyah bir inci bulmuş gibi ışıldayan gözlerle kucaklıyor. İpek şallara sarıp oradan uzaklaşıyor. Kimisi deli diyor onun için kimisi de bir kurtarıcı olduğuna inanıyor. Derimizden veya ödümüzden daha kıymetli bir şey bulduğu kesin. Ama ne?
Birkaç kez oradan uzaklaşırken takip etmeye çalıştım ama her seferinde izini kaybettirdi. Biz, insandan kaçarken öğrendik bütün maharetlerimizi. Saklanmayı, hızlanmayı, her seferinde daha yükseğe zıplayabilmeyi... Ama onlar da boş durmadı bu arada. Ne de olsa yıllardır bizimle birlikte doğada yaşıyorlar. Savaş sanatını en az bizim kadar iyi bilirler.
...
Beni nasıl avladığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Gözlerimi açtığımda Profesör bana sesleniyordu: “Sefine, Sefine...”
Adımı nereden öğrenmişti? Hoşuma gitmedi. Diğer avcıların gözlerine benzemiyordu gözleri, sevgi doluydu; ama nasıl güvenebilirdim ki? İnsanoğlu bu, gülümseyerek de birilerini öldürebilir. Hemen gözlerimi kapattım. Aylardır beklediğim yerdeyim, çok iyi dinlemeliyim konuşulanları.
Profesör ve asistanı bir yere yetişecekmiş gibi telaşlıydı. Aceleyle ilaçları seruma ekleyip diğer sedyelerdeki arkadaşlarıma doğru ilerlediler. Hepimizi bir kliniğe doldurmuş tedavi ediyorlardı. Önce yaralayıp sonra tedavi etmeye çalışmak da başka bir saçmalık tabii.
Bu arada ortamda baş döndürücü bir koku vardı. Uyanık durmama engel oluyordu. Yeniden uykuya dalmadan önce duyduğum son cümle ise şuydu: “Görüyor musun dostum, kendi kokularını ilk kez duyuyorlar. İnsan da böyledir, aslında bütün canlılar böyledir. Kendi güzelliğinden başının dönebileceğini hiç aklına getirmez.”
Yeniden uyandığımda o son cümle aklımdaydı, misk keseleri için bizi yaraladıklarını düşünmüştüm. Ve “Bülbüllerin Şahı” kadar öfkeliydim. Dedemin bana her gün anlattığı bir masalın kahramanıydı Bülbüllerin Şahı. İnsanlar bülbülün ötüşünü anlayabilmek için onları teker teker avlayıp ses tellerini sökmeye başladığında öfkeden patlamış, soyları tükenmek üzere olan bülbüllüğe bir son vermişti.
Yine de etkilenmiştim profesörün sözlerinden. Konuşmaları dinlemeye devam ettim. Anladım ki misk keseleri yerlerinde duruyor.
O zaman niye buradayız?
Gözümün ucuyla profesörü takip ediyordum. Bir şölen hazırlığından söz ediyordu. Her ayrıntıya dikkat ediyor, eksikler olduğu zaman da gök gibi gürlüyordu. Şölen hazırlıkları bitmeye yakın yeniden uyanmıştım. Pencereden dışarıya baktığım an Ferina’yla göz göze geldik. Koşup bahçeye, en yakın dostumun yanına vardığımda diğerlerinin de coşkulu şarkılar söyleyerek şölene hazırlandığını fark ettim. Öfkeyle yerimden fırladım. Olacakları tahmin eden Ferina beni durdurup kucakladı ve anlatmaya başladı:
“Bugün özgürlüğümüzün ilk günü biliyor musun?”
“Saçmalama Ferina ne özgürlüğü? Görmüyor musun hepimiz avlandık ve yaralıyız. Hapsedilmişiz buraya.”
“Hayır, sandığın gibi değil. Senden tek bir ricam var. Az sonra profesör bir konuşma yapacak. En azından o konuşmasını bitirene kadar sakin ol. Her şeyi anlayacaksın.”
Peki, dedim. Başka şansım da yoktu zaten. Bütün arkadaşlarım coşku içinde şarkılar söyleyip dans ediyordu. Onlara siz ceylansınız ve avcının elindesiniz, ne yapıyorsunuz gibi sözler söylememe gerek var mıydı?
Az sonra profesör kürsüye çıktı:
“Sevgili ceylanlarım. Bugün hürler sınıfına girecek olan ilk arkadaşınızı yolcu etme günü. Avladığım ilk ceylan oydu. Ve açıkçası aranızda bana karşı en çok direnen de o oldu. -Kollarındaki yaraları göstererek- Bunlar da onun eseri. Fakat ben ona hiç kızmadım. Çünkü bilmiyordu. Ne yapmaya çalıştığımı, sizleri ne kadar çok sevdiğimi bilmiyordu.”
Evet, ben onu da sizleri de okumla vurup yaraladım. Bunu yaparken ne kadar zorlandığımı bilemezsiniz. Sakın unutmayın ceylanlarım! Birine istediği bir şeyi vermek o kadar da zor değildir. Asıl zor olan ona zarar verecek olan şeyi, onun ağlamalarına yalvarmalarına rağmen ondan uzak tutmaktır. İşte ben bunu yapmaya çalıştım. Attığım ok sizi yaraladı ama aynı zamanda sizi büyük bir tehlikeden de kurtardı. Bundan sonra özgürsünüz. Avlanma korkusu olmadan istediğiniz ormanda istediğiniz kadar gezebilirsiniz. Çünkü size attığım okun izini zalim avcılar tanırlar ve artık deriniz onların işine yaramaz. Dahası yaralı ceylanlardan misk çıkarmak mümkün değildir. Kokunuz artık sadece sizindir.