Aykut Ertuğrul İle Söyleşi

“Hep başa sarmak! İnsan olmak biraz da bu değil mi? İnsan bir başa sarma ustasıdır, desek herhâlde yanılmış olmayız.”

“Biliyorsunuz av, iyi avcının ayağına gelir. Doğrudur şüphesiz. Ama avcı kim, av kim? İşte bu, üzerine parmak basılacak bir sorudur baylar.”

İleride ondan benim başyapıtım olarak bahsedecekler, dediği Öteki kitabında, zaman denen o sonsuz ırmağın en başından en sonuna kadar var olacak o kadim döngüden, av ve avcıdan böyle bahseder Dostoyevski. Av kim, avcı kim? İşte bu, gerçekten de üzerine parmak basılacak bir sorudur! Oysa bazı sorular hem soranı hem de cevaplayanı avlar.

Avcılar ve ceylanlar, labirentler ve insanlar, birbirine bakarak sonsuzluğu çoğaltan aynalar, kusurlu ve yarım rüyalar, ölüm, deliliğin sınırları, kaderin durmadan işleyen saati ve bütün bunları bir sis gibi kuşatan zaman... Aykut Ertuğrul, Dostoyevski’nin, zaman nehrinin çok eski bir kıvrımında yankılanan o sorusunun üzerine atmıştır sanki kurmacasının ağlarını. İmgelerle örülmüş hangi öyküsünü okursanız okuyun bu yüzden, kendinizi, mutlaka parmak basılacak o soruyu sorarken bulursunuz: Av kim, avcı kim?

Zaman av mı yoksa avcı mı? Mekân hangisi? Peki ya insan, av mıdır yoksa avcı mı? Avcı mı ceylanı avlar, ceylan mı avcıyı tuzağına düşürür? Rüya uykuda mı görülür yoksa insan rüya ile hakikate mi uyanır? Delilik bir kaplan pençesi gibi hep ensemizde midir, yoksa insan efkârın peşine düşüp deliliğe koşan bir budala mıdır? Aykut Ertuğrul’un gizemli sesi, başlayıp biten ve başa saran her öyküsünden sonra zihnimizde bu sorularla durmadan dönüp duran devingen bir çemberdir.

Evet, av kimdir avcı kimdir bilinmez ama av ile avcının buluşmasından mutlaka bir hikâye doğar. Tam burası, bütün ihtimalleri eşit derecede içinde taşıyan başlangıçtır ve bu noktada o sonsuz döngü yeniden başlar: Hikâyeci mi avdır yoksa hikâye mi? Peki ya okur bu hikâyenin neresindedir? Ne hikâye ne hikâyeci, belki de av yalnızca sensin ey okur! Ve biliyorsun av, mutlaka iyi avcının ayağına gelir...

Bu sayımızda başlangıçların sonsuz mutluluğuna Aykut Ertuğrul ile biz de ortak olduk.

Aykut Bey, sorularıma “yazmaya ne zaman başladınız, yazabildiğinizi ilk ne zaman fark ettiniz” gibi sorularla başlamak istemedim. Öykülerinizdeki en yoğun imgelerden ikisi av ve avcı. “Av” adında müstakil bir öykünüz var hatta. O öyküde av ve avcı birbirine soruyor: Hangimiz avcı? Bu cümle aklıma şöyle bir soru düşürdü: Hikâye mi avdır hikâyeci mi? Yani Aykut Ertuğrul av mıdır yoksa avcı mı?

Merhaba ve evet. Tespit ettiğiniz gibi bu, cevabı sürekli değişen bir soru, hep av/mazlum/mağdur olduğumuzu düşünmeye meyilliyizdir. Oysa bazen tüm o koşuyu bırakıp, durup nefes alıp etrafa iyice bakıp “Hangimiz avcı?” diye sormaktan kimseye zarar gelmez. Açık yüreklilikle kendimize bakabilmeyi başardığımızda bulduğumuz cevap bizi çoğu zaman şaşırtır. Hikâyeci ise zaten avken de avcıyken de kendine ve ötekine “Kim kimdir?” sorusunu sorabilmeli.

Peki, hikâye mi avdır, hikâyeci mi? İşte burada avcı, hikâyecidir diyebiliriz. Kendi öykümden örnek vermek bilmem çok mu narsist görünecek ama yine bir avcı, “Üç Gün Masalı”ndaki Avcı Muttalip şöyle diyor: Avı bulan avcı değil avcıyı bulan avdır.

Derler ki yazmak için masanın başına oturduğunuzda içinizdeki aklıselimi bir kenara bırakın. Fantastik ve büyülü gerçekçilik, yazmak için masanın başına oturan Aykut Ertuğrul’un içindeki sağduyuyu defalarca kez öldürmesini mi gerektirdi?

“Sağduyunun öldürülmesi” ne demek, manasını kavrayamadım, özür dilerim. Aklıselimin bir kenara bırakılmasını da. Ama şunu her zaman söylerim, her yazarın yordamı kendine göredir. Bir yol ötekinden daha doğru ya da yanlış değildir. Sanırım sizin “derler ki” demenize sebep olanlarla aynı fikirde değiliz. (Yoksa ben mi demişim!) Fantastik ve büyülü gerçekçilik türünde eser üretebilmek için de sağduyuya, aklıselime ihtiyaç olduğuna kesinlikle eminim. Ama ispat edemem.

Kubbealtı Lugati, sağduyuyu şöyle tanımlıyor: Doğruyu görme, hissetme ve buna göre doğru hükümler verme, doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği, aklıselim.

Elimin altında Kubbealtı tanımı, Cortazar’ın fantastik/realizm ayrımı ve doğru bir soruyla sanırım yakayı sıyırabilirim. Cortazar’a göre fantastik, başka gerçekliklerin varlığını kabul eder oysa realizm duyularla algılanandan ibaret tek bir gerçekte ısrarcıdır. Peki, “hüküm verdiren doğru”ya, “aklıselim”e yani hakikate ulaşmak için duyularımızla algıladığımız “gerçek”ler bize yeter mi?

“...zaman hırçın dalgalar gibi kâh hızlanıp kâh ağırlaşıyordu.”, “Zaman yolculuğu karda yürümek gibidir. Ayak izini silemezsin. Ve asla iki kere tam olarak aynı noktaya gidemezsin...”, “...her insan, zamanın her ânında yaşamaya devam eder.” Bunlar öykülerinizde geçen cümlelerden bazıları. Kahramanlarınız arasında geçmişe giden, gelecekten gelen, zamanda sıkışmış çok fazla insan var. Zaman çok fazla kurcaladığınız, felsefi boyutlarıyla da sizi çok meşgul eden bir kavram. Sizi buna iten şey hakkında neler söylersiniz?